Select a Region
Select a Country
Select a City

Dünyadaki UHY Ofisleri

COVID-19 VE SÖZLEŞMELERİN UYARLANMASI
COVID-19 AND ADAPTATION OF CONTRACTS
Av. Cihangir Çakır
ÖZET
Sözleşmenin kuruluşu sırasında tarafların önceden hesaba katmadıkları gelişmelerin ortaya çıkması mümkündür. Sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan durum değişiklikleri imkânsızlık, haksız zenginleşme veya işlem temelinin çökmesinin alanına girebilir. Durum değişikliği, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkarsa uyarlamaya yol açmaktadır. Uyarlamanın uygulama alanı, birçok hukuksal kurumla sınırlandırılmaktadır. Özellikle ülkemizde önceden kestirilemeyen enflasyon ve devalüasyon patlamalarında sözleşmenin uyarlanması tüm ağırlığıyla hukuk gündemine oturmuştur.
İlk defa Danıştay tarafından Türk Hukukunda kabul gören sözleşmenin uyarlanması, Türk Hukukunda yerini Türk Borçlar Kanunu 138. maddede bulmuştur. 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda yer almayan, yeni bir düzenleme olan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 138. maddesi ile çözüme kavuşturulmak istenmiştir. Halen birçok olumsuzlukları barındıran TBK m. 138 hükmünün Yargıtay uygulamalarında da yerini bulması çok zaman almamıştır.
Ülkemizin ve dünyanın son günlerde yaşadığı Covid-19 virüsü de olağanüstü bir sosyal felaket olarak karşımıza çıkmıştır. Bu durum karşısında ülkemizde ve dünyamızda salgınla mücadele edebilmek maksadıyla sürekli tedbirler alınmakta ve uygulanmaktadır. Başta faaliyeti duran işyerleri olmak üzere birçok kişinin bu salgın sebebiyle ekonomik kriz yaşayacağı maalesef kuşkusuzdur. Salgın devam ederken ve ne zaman biteceği bilinmezken, bir sözleşmenin tarafı olan kişiler ve şirketler için TBK m. 138 hükmü tekrar gündeme gelmiştir. İşlem temelini çökerten bu durum karşısında, kaynağını Türk Medeni Kanunun 2. maddesi olan ‘Dürüstlük’ ilkesinden alan ‘Sözleşmenin Uyarlanması’ uygulaması, sözleşme adaletini sağlamaya hizmet edecektir. Bu çalışmada sözleşmenin uyarlanmasını düzenleyen TBK m. 138 hükmünün nasıl uygulanacağına, uygulamada doğabilecek soru işaretlerinin nasıl giderileceğine Yargıtay uygulamaları ve öğretide yer alan görüşler ışığında cevap arayacağım.
Anahtar Kelimeler : Sözleşmenin uyarlanması, işlem temelinin çökmesi, Covid-19, değişen koşullar, olağanüstü durum değişiklikleri
ABSTRACT
During the establishment of the contract, it is possible that the developments that the parties have not taken into account before. The situation changes that occur after the establishment of the contract may fall into the field of impossibility, unjust enrichment or can enter the area of collapses the transaction basic. If the situation change occurs after the establishment of the contract, it leads to adaptation of contracts. The field of application of the adaptation of contracts is limited to many legal institutions. Especially in the inflation and devaluation explosions that could not be predicted in our country, the adaptation of the contract has been on the legal agenda with all its weight.
The adaptation of the contract, which was accepted by the Council of State for the first time in Turkish Law, has been replaced in Article 138 of the Turkish Code of Obligations in Turkish Law. It is intended to be resolved with Article 138 of the Turkish Code of Obligations No. 6098, a new arrangement not included in the Code of Obligations numbered 818. It has not taken much time for Article 138 of the Turkish Code of Obligations, which still contains many problems, to find its place in the Superior Court practices.
Covid-19 virus, which our country and the world have experienced in recent days, has emerged as an extraordinary social disaster. In the face of this situation, continuous measures are taken and implemented in order to combat the epidemic in our country and in the world. Unfortunately, it is undoubtedly that many people, especially businesses that have stopped operating, will experience an economic crisis due to this epidemic. While the pandemic continues and it is not known when it will end, Article 138 of the Turkish Code of Obligations came back to the agenda for individuals and companies that are parties to the contract. In the face of this situation which collapses the transaction basic, the application of “Adaptation of the Contract”, which is based on the principle of “Honesty”, which is the second article of the Turkish Civil Code, will serve to provide contract justice. In this study, in the light of the opinions of the Supreme Court and the doctrine, I will look for how to implement article 138 of the Turkish Code of Obligations, which regulates the adaptation of the contract, and answers to questions that may arise inpractice.
Keywords : Adaptation of contract, collapses the transaction basic, Covid-19, changing conditions, changes of extraordinary state
GİRİŞ
Sözleşmeler, hukuki işlemin en önemli türü olmanın yanı sıra, gündelik yaşamımızda da sıkça kurduğumuz, hukukçu olarak bile “sözleşme kuralım” cümlesini düşünmeye vakit kalmadan hızla gelişebilen bir olgudur. Fouille’nin de dediği gibi ‘tüm adaletin kaynağı sözleşmedir, sözleşmesel demek, adaletli de demektir’ .
Sözleşmelerin süresi uzadıkça, hukuki sorunların doğma olasılığı da yükselir. Hukuki sorunlara rağmen hukukun genel ilkelerinden olan “pacta sunt servanda” ilkesi gereğince, tarafların aralarındaki sözleşme kapsamında sahip oldukları yükümlülüklerin ifası, sözleşmenin imzalanmasına müteakip değişen koşullardan etkilenmemelidir. Zira her sözleşmenin temel amacı kuşkusuz tarafların karşılıklı yükümlülüklerini yerine getirmesidir. Bununla birlikte taraflar pacta sunt servanda ilkesine rağmen; kendi kontrolleri dışında gelişen bazı durumlar veya şartlar nedeniyle yükümlülüklerini yerine getirememektedirler. Bu durumda, gerekli koşulların gerçekleşmesi halinde, belirtilen bu durumdan ifası etkilenen taraf Türk hukuku kapsamında “TBK m. 138” hükümlerine dayanabilecektir.
Türk hukukunda bu durum, özellikle ekonomik krizlerin sıklıkla yaşandığı günümüzde çarpıcı örneklerle karşımıza çıkar. Ekonomik dalgalanmaların sözleşme taraflarından birinin ne derece etkilendiğine ilişkin örnekler ülkemizde çok sayıda mevcuttur. Türkiye’deki ekonomik krizler sonucu birçok kişi mağdur olmuş ve bu mağduriyetin giderilmesinin hukuksal çarelerinin başında, sözleşmelerinin değişen koşullara uyarlanması gelmiştir. Pek tabiî ki bu sorunları yalnızca ekonomik krizlerle sınırlandırmak da doğru değildir. Birçok beklenmedik olay sonucu sözleşmede kararlaştırılan edimin ifası güçleşebilir veya sözleşme ile izlenen amaç anlamsızlaşabilir.
Yargıtay uygulamasının da oldukça önemli olduğu sözleşmenin uyarlanması konusu 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 138. maddesi ile yasal düzenlemeye kavuşturulmuştur. Ahde vefa ilkesinin bir istisnası olan sözleşmenin uyarlanması TBK 138. maddede şu şekilde açıklanmıştır: “Bu yeni düzenleme, öğreti ve uygulamada sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) ilkesinin istisnalarından biri olarak kabul edilen, “işlem temelinin çökmesi” ne ilişkindir”. Gerçekten de her ne kadar ana ilke, sözleşmeye bağlı kalınması, sözleşme kurulduktan sonra belli güçlüklerle karşılaşılsa bile edimlerin ifa edilmesi olsa da sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan değişiklikler sözleşmenin ifasını o derece katlanılmaz kılabilir ki, bu değişiklikler sonucu mağdur olan taraftan edimin ifasında ısrar edilmesi büyük adaletsizliklere yol açar, bu ısrar Türk Medeni Kanunu m. 2’de düzenlenen dürüstlük kuralına da aykırılık teşkil eder.
Sözleşmeyi değişen koşullara uyarlarken öncelikle, uyarlamanın sözleşmeye bağlılık ilkesine aykırılık içerip içermediğini sorgulamak gerekir. Bu nedenle çalışmanın ilk bölümünde sözleşmeye bağlılık ilkesinin anlamı ve kapsamı üzerinde durulmuştur. Bu çalışmada Covid 19 virüsünün var olan sözleşmelere etkisi, bu sözleşmelerin nasıl, ne şekilde ve hangi durumlarda uyarlanacağı, Türk Hukukunun verdiği haklar ve bu durumun ayrıca tacirler açısından sonuçları tartışılmış ve değerlendirilmiştir.
1. COVİD-19 VE İŞLEM TEMELİNİN ÇÖKMESİ
Dünyada ilk kez 31 Aralık 2019 günü Wuhan’da görülen Coronavirüs 2019 (COVID-19) Dünya Sağlık Örgütü tarafından 11 Mart 2020’de pandemi (salgın) kategorisine alınmıştır. Hukuki ve ekonomik açıdan birçok sonucu olacağı kesin olan bu karar sonrasında hâlihazırda devam etmekte olan sözleşmelerin akıbeti güncel bir sorun hâline gelmiştir.
Yaşamı birçok ülkede durma noktasına getiren bu gelişme karşısında birçok sözleşme ilişkisinin çıkmaza girme riski bulunmaktadır. Türkiye’de de, diğer birçok ülkede olduğu gibi, durumdan olumsuz etkilenen sektörlerin başında ulaşım, turizm, kültür-sanat-eğlence sektörleri gelmekteyse de sektörler sayılanlarla sınırlı kalmayacaktır, zira ekonomik yaşamın önemli bir kısmı daha şimdiden sekteye uğramıştır. Dolayısıyla çalışma hayatının aktörleri, taraf oldukları sözleşmeleri geçici ya da kalıcı olarak sonlandırma ya da değiştirme imkânları aramaktadırlar.
COVID-19’un sözleşmelere etkisinin değerlendirilebilmesi için öncelikle bu olgunun nitelendirilmesi gerekir. COVID-19 sosyal felaket olarak nitelendirilebilecek bir olgudur. Peki sosyal felaket olarak nitelendirilebilecek bu olgu, tek başına işlem temelinin çökmüş sayılmasına yeterli midir? İşlem temelini çökertecek bir durum değişikliği düşünüldüğünde, ilk akla gelen sel, deprem, olağanüstü ekonomik kriz gibi olağanüstü olaylara ilişkin örneklerdir. Durum değişikliği ile ilgili olarak böyle bir sınırlamaya gidilmesi konusunda öğretide ve uygulamada önemli tartışmalar bulunmaktadır.
Öğretide bu soruna ilişkin başlıca iki yaklaşım vardır: Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasının söz konusu olabilmesi için sosyal felaket niteliğinde olağanüstü bir olayın varlığını arayan görüş ve bu nitelikte bir olayın varlığına gerek olmadığını savunan görüş .
Türk Hukukunda doktrindeki baskın görüşe göre sonradan meydana gelen değişikliğin olağanüstü bir değişiklik olması ile önceden görülemez olması arasında doğrudan bir bağlantı yoktur. Tek bağlantı, olağanüstü değişikliklerin önceden görülmesinin daha zor olmasıdır. İsviçre’de sosyal felaket görüşünün en önemli temsilcisi Bischoff’a göre sosyal felaketten bahsedebilmek için genel nitelikte, tüm halkı veya halkın büyük bir çoğunluğunu etkiyebilecek nitelikte, savaş, deprem gibi sosyal varoluşu etkileyen bir değişiklik gerekmektedir; bu değişiklik “kişiler üstü” olmalı ve birçok kişiyi etkilemelidir .
Yine tartışma konusu haline gelen ve çalışmanın da esas kapsamını ilgilendiren bir diğer husus da içtihat veya kanun değişikliğinin de işlem temelinin çökmüş sayılması noktasında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. Bu sorunun üzerinde durulması gerekir. Taraflar sözleşmeyi kurarken, kanunun veya içtihatın değişmeyeceğine güvenmiş olabilirler; ancak, örneğin kanun değişikliği sonucu vergi yükünde ciddi bir artış gündeme gelebilir. Yine kural olarak taraflar bu tür değişikliklerin riskini üstlenmiş sayılmalıdırlar. Ancak, yasa koyucunun olağandışı bir müdahalesi olursa uyarlamanın kabul edileceği de savunulmaktadır. Gerçekten Covid-19 virüsüne karşı alınan tedbirlere bakıldığı zaman yasa koyucunun olağandışı müdahalesinin olduğu da anlaşılmaktadır.
Türk Hukukunda, Gürsoy’a göre “borcun ifasını zorlaştıran hadisenin, umumi hayat tecrübelerine ve yaşayış şartlarına göre, fevkalâde değişik ve gayri tabiî bir durum olması” gerekmektedir. Kaplan da, değişen hâl ve şartların olağanüstü ve nesnel nitelikte olmasını sözleşmelerin değişen hâl ve şartlara uydurulmasının bir şartı olarak aramaktadır. Oğuzman/Öz de edimlerin dengesindeki değişikliğin sözleşme yapılırken öngörülemeyen olağanüstü sebeplerden ileri gelmesi gereğini aramışlardır . Uygulamaya bakıldığında, Türk uygulamasının, işlem temelinin çökmüş sayılabilmesi için, ‘olağanüstü değişiklikleri’ birçok kararda aradığını görüyoruz . Ancak doktrindeki bir takım görüşlere göre olağan durum değişiklikleri de uyarlamaya yol açabilir. Buradan Covid-19 virüsünün yol açtığı uygulamaların ve durumun olağanüstü değişiklikler kapsamında olduğu ve sözleşmelerin uyarlanmasına imkân tanıdığı sonucu çok rahat çıkarılabilmektedir.
Gerçekten de değişen koşulların sözleşmelere etkisi denildiğinde akla ilk gelen, koşullardaki olağanüstü değişikliklerdir. Aslında Covid-19 virüsü sebebiyle yaşanılan duruma bakıldığında hem olağanüstü değişiklikler meydana gelmiş hem de bu durum değişiklikleri önceden görülemez bir şekilde ortaya çıkmıştır. Zira bir takım görüşlere göre yeni ve önceden görülemez durum değişikliklerinin ortaya çıkmasının yeterli olduğu, bu durum değişikliklerinin toplumun tamamını veya bir bölümünü etkileyecek genel bir değişiklik olabileceği gibi, sadece sözleşme taraflarını etkileyen özel nitelikte bir değişiklik de olabileceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere her yönüyle Covid-19, işlem temelini çökerten ve sözleşmenin uyarlanmasına imkân tanıyan olağanüstü bir durumdur.
Özetlemek gerekirse, işlem temelinin çökmesi için gerekli durumlara bakıldığında birçoğunun ortaya çıkışında savaş, ekonomik kriz gibi sosyal felaket niteliğindeki olayların olduğunu görürüz. Bu nedenle, sözleşmelerin uyarlanması gündeme geldiğinde, akla ilk olarak sosyal felaket niteliğindeki olayların gelmesi normaldir. Ancak, günümüzde ticari ve hukuki ilişkilerin yapısının ekonomik yönden değiştiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Sosyal felaket niteliğinde olmayan, toplumu doğrudan etkilemeyen ancak sözleşme tarafı açısından yıkım oluşturabilecek olasılıklar artmıştır. Türk Borçlar Kanunu tasarısının aşırı ifa güçlüğü ile ilgili hükmünün ilk halinde (eski BKT m.143) sözleşmenin uyarlanması için durum değişikliğinin olağanüstü olması aranmamıştır. Bu hususun eleştirilmesi üzerine aşırı ifa güçlüğü ile ilgili hüküm değiştirilmiş ve bugünkü halini almıştır. Birçok görüşe göre bu değişiklik yerinde değildir. Zira az önce de ifade edildiği üzere durum değişikliğinin olağanüstü bir değişiklik olmasına gerek yoktur. Ancak her halükarda çalışmamızı oluşturan Covid-19 ve yarattığı durum değişiklikleri olağanüstü bir durum olup, TBK m. 138 kapsamında işlem temelini çökertmektedir.
2. SÖZLEŞMEYE BAĞLILIK İLKESİ VE SÖZLEŞMENİN DEĞİŞEN KOŞULLARA UYARLANMASI
Sözleşmeyi değişen koşullara uyarlarken öncelikle, uyarlamanın sözleşmeye bağlılık ilkesine aykırılık içerip içermediğini sorgulamamız gerekir. Sözleşmeye bağlılık ilkesine göre, sözleşme tarafları, özgür iradeleri ile kurdukları sözleşmede kararlaştırdıkları hükümlere, ne pahasına olursa olsun riayet etmeye mecburdurlar. Temel kural ve ilke budur. Zamanla değişen hâl ve şartların sözleşmeye herhangi bir etkisi olmamalıdır, koşullar bir taraf için ne denli zorlaşırsa zorlaşsın sözleşmenin kurulduğu şartlarda bir değişikliğe gidilemeyecektir. Bununla birlikte bu durumu her somut olayda bu şekilde kabul etmek, her zaman adalete uygun sonuçlar doğurmayacaktır. Bu noktada sözleşmenin, sonradan ‘ansızın’ adaletsiz hale gelmesi durumunda ne yapılacağı karşımıza çıkmaktadır. İşte sözleşmenin uyarlanması müessesesi de bu sorunsalı ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
Sözleşmeye bağlılık ilkesinin temel amaçlarından birisi sözleşme adaletinin sağlanmasıdır. Günümüzde sözleşmenin bağlayıcı gücünün, tarafların iradesinden değil, bu gücü ona tanıyan nesnel hukuktan kaynaklandığı noktasında birçok yazar hem fikirdir. Geçmişte ekonomik gerekler ve ekonomik yarar, sözleşmelerin mümkün olduğunca durağanlığını gerektirmiş ise de, günümüzde sözleşmeden beklenen yarar daha farklı bir anlam taşımaktadır. Ekonomik bir mübadele aracı haline dönüşen sözleşme, ekonomik yararlara ve gelişmelere de uydurulmalıdır.
Sözleşme adaleti ve sözleşmeye bağlılık ilkesi arasında bir çatışma mevcutsa, bu çatışma sözleşmelerin uyarlanması yoluyla giderilmelidir. Yani, sözleşme adaleti ilkesine hizmet etmesi gereken sözleşmeye bağlılık ilkesi, amacından saparsa, bu amacına tekrar ulaşması için uyarlama yoluna gidilecektir. Diğer bir deyişle sözleşmelerin uyarlanması yoluyla, sözleşmeye bağlılık ilkesi amacından sapmamış olur. Bu açıdan uyarlama bir bakıma sözleşmeye bağlılık ilkesine hizmet eder, yani onu tamamlar.
Öngörülemeyen olaylar, en rasyonel beklentileri bile boşa çıkarabilir, tarafların karşılıklı borçları ve hakları arasındaki dengeleri bozabilir. Karşılıklı sadakat ödevi, bu durumdan kârlı çıkan tarafa, durumdan faydalanma hakkı tanımaz. Aksi sözleşme adaleti ile bağdaşmaz. Hatta bir görüşe göre öngörülemeyen olaylara rağmen ifada ısrar, hakkın kötüye kullanılması sayılabilir ve hukuk düzenince korunmaz .
Neticede sözleşmelerin uyarlanmasının, sözleşmeye bağlılık ilkesinin istisnası olduğuna ilişkin yerleşik kanının bu gelişmeler karşısında geçerliliğini yitirdiği söylenebilir. Zira sözleşmelerin uyarlanması ile sözleşmeye bağlılık ilkesi birbirini tamamlar veya bütünler niteliktedir. Her ikisinin de nihai amacı sözleşme adaletini sağlamaktır. Dolayısıyla sözleşmelerin uyarlanmasını konu alan bu çalışmada uyarlama, sözleşmeye bağlılık ilkesinin bir istisnası olarak değil, aksine birbirlerini tamamlayan ilkeler olarak değerlendirilmiştir. Amacımız sözleşmeye bağlılık ilkesinin asıl işlevi olan ‘sözleşme adaletini sağlama’ işlevini yitirmesini engellemektir.
3. SÖZLEŞMELERİN UYARLANMASININ AMACI
Sözleşmenin değişen durumlara uyarlanması her zaman bir menfaat çatışması doğurur. Değişen durumlar sonucu mağdur olan taraf uyarlama isterken, karşı taraf uyarlanmamış edimle devam etmeye çalışacaktır . Bu durumda pek tabiî ki durumun ekonomik analizi yapılabilir, yapılmalıdır da. Hukuk ve ekonomi öğretisinde söz konusu menfaat çatışması çözülürken sözleşmenin uyarlanmasına ilişkin ilkeler piyasa şartlarının en iyi şekilde işlemesine engel olmayacak şekilde yorumlanır ve maliyet hesapları buna göre yapılır . Toplumdaki kaynakların tahsisinde hukukun rolüne vurgu yapan bu teori, tek bir amaca odaklanmıştır, o da ekonomik etkinliktir. Hukuk ve ekonomi öğretisinde önemli olan, sosyal maliyeti arttıran riskin azaltılmasıdır, riskin ne şekilde azaltılacağı ise önemli değildir. Risk azaltılırken sonuç adil değilse ne olacaktır? Örnek vermek gerekirse, sınırlı olan kaynağın ekonomik aktörler arasında dağıtımı yapılırken, kaynağın güçlü taraftan zayıf tarafa aktarımı söz konusu olamaz. Zira hakkaniyet düşüncesinin bu öğretide yeri yoktur.
Bazı yazarlar bu kez konuya adalet teorisi ile yaklaşmıştır. Adalet teorilerinde sözleşmenin uyarlanması yolu ile toplumsal bir fayda sağlanıp sağlanamayacağına bakılmaz . Bu teoride, sözleşme, adalet ilkesi ve hakkaniyet düşüncesi temel alınarak uyarlanmalıdır. Oysa yukarıda hukuk ve ekonomi teorisinde hakkaniyetin yeri yoktu. Aslında TBK m. 138’de yer alan hükümde dürüstlük kuralını adalet ve hakkaniyet düşüncesinden başka bir ölçütle yorumlamamız da doğru olmaz. Zira burada imkânsızlık yoktur; sadece ifa maliyeti ciddi oranda artmaktadır. İfa etkin olmadığına göre, ekonomik etkinliği önemseyen ifa engelleri hukukunun, borçlunun ifadan kaçınmasına imkân vermesi gerekir. Aşırı ifa güçlüğüne dair 138. maddenin, dürüstlük kuralı ölçütü aracılığı ile yaptığı da tam anlamıyla budur. Dönme hakkı, borçlunun ifadan kaçınmasını sağlar. Dolayısıyla artık borçlunun ifasını beklemek dürüstlük kuralına aykırıdır. Bununla birlikte, ifa maliyetinin ciddi oranda artması ifayı borçludan dürüstlük kuralı uyarınca beklenemez hale getirebilir ve dönme yoluyla sözleşme adaleti tekrar sağlanabilir; ama burada önemli olan, aşağıda da vurgulanacağı üzere çözümün ekonomik olarak etkin olması değil, sözleşme adaletine uygun olmasıdır. Sözleşme adaletine ulaşabilmemizin tek yolu da sözleşmeden dönme yaptırımı değildir; hatta TBK m. 138 kapsamında bu sonuç tali, yani ikincildir. Dar anlamda yorumlamamız gerekirse sözleşmenin uyarlanmasının önceliği vardır diyebiliriz. Aslında günümüz uygulamasına baktığımızda sözleşmenin uyarlanmasının bir istisna olmadığı, sözleşmeye bağlılığın bir tamamlayıcısı olduğu görülmektedir.
Sözleşmenin uyarlanması konusunda kuralcı bir değerlendirme yapmak elbette gereklidir. Böylesi bir konuda hukuk politikası tercihinde bulunmaksızın ilerleme söz konusu olamaz. Ancak hukuk politikası tercihi ekonomik analizden de ibaret değildir. Adalet ve hakkaniyet ilkesi de yeterli bir amaca hizmet eder. Neticede sosyal refahı artırmayan hukuk kuralı anlamsızdır. Ancak bu noktada vurgulamak gerekir ki; hukukun amacı ekonomik etkinliğin sağlanması değil, adaletin sağlanmasıdır. Bu nedenle bu çalışmada hukuk ve ekonomik teorisinin sözleşmenin uyarlanmasına ilişkin sunduğu ölçütler esas alınmayarak, sözleşmenin uyarlanmasının temel amacı olan ‘sözleşme adaleti’ni sağlayan adalet teorisinde yer alan ölçütler esas alınmıştır.
Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması durumunda doğrudan bir müdahaleden söz etmek zordur. Özel hukukta son yıllarda büyük ölçüde kabul gören zayıf tarafın korunması ilkesi bu hususta da uygulama alanı bulmuş bir ilkedir . Tüketici Hukukunda tüketiciyi koruyan düzenlemeler, zayıf tarafın korunmasına en önemli örnektir. Uygulamada sözleşmenin uyarlanması sorununun çoğu zaman sözleşmenin değişen koşullar sonucu zayıf tarafı haline gelen kişi için ortaya çıkacağı da bir gerçektir. Bununla birlikte sözleşmenin zayıf tarafının korunması, sözleşmelerin uyarlanmasının asıl amacını oluşturmaz. Zira değişen koşullardan veya önceden görülemeyen durumlar sonucu mağdur olan taraf her zaman sözleşmenin zayıf tarafı olarak kabul edilen kişi değildir. Örneğin, yakın zamanda bir sorun haline gelecek kira bedelinin sözleşmenin kurulmasından sonra değişen koşullara uyarlanması sadece kiracı açısından değil kiraya veren açısından da kabul edilmektedir . Yani sözleşmenin zayıf tarafını oluşturmayan kiraya veren de, şartlar oluşmuşsa sözleşmesini uyarlayabilmelidir.
Özetle, sözleşmenin uyarlanması, sözleşmenin bozulan ekonomik dengesini tekrar sağlama amacını güder. Sözleşmenin kurulmasından sonra gerçekleşen öngörülemeyen gelişmeler sonucu edimini ifa etmesi dürüstlük uyarınca kendisinden beklenemeyen mağdur taraf, sözleşmenin uyarlanması ile hakkaniyete uygun çözüme kavuşturulmuş olmaktadır. Sözün özü, sözleşmenin uyarlanması ile sözleşme adaleti yeniden sağlanmalıdır.
4. TÜRKİYE’DEKİ EKONOMİK KRİZLER VE YARGITAY IŞIĞINDA UYARLAMALAR
Türk hukukunda sözleşmelerin değişen koşullara uyarlanması çok uzun süreden beri kabul edilmektedir. İlk olarak Danıştay tarafından kabul gören sözleşmelerin uyarlanması sorunuyla Yargıtay’da karşılaşmış ve içtihatlarında yer vermiştir. İlk olarak Danıştay tarafından kabul edilen sözleşmenin uyarlanmasına konu olayda İstanbul Haliç Şirketi, yolcu sayısının 1910 senesinde 10 milyon civarında iken, 1934 yılında 4 milyona inmiş olmasından dolayı, hasılatının işletme masraflarını karşılayamayacak kadar düşmesi ve bu nedenle zararların baş göstermeye başladığını ileri sürerek imtiyaz sözleşmesinin uyarlanması talep edilmiştir . Kararda Danıştay, idari sözleşmelerde uyarlamanın “tazminat ödeme” suretiyle yapılacağına karar vermiş ve bu hususta birçok ilke geliştirilmeye başlanmıştır. Yargıtay ise kararlarında genel olarak dürüstlük kuralı gereğince sözleşmelerin uyarlanabileceğini kabul etmeye eser sözleşmeleriyle başlamıştır.
Yargıtay kararlarına baktığımızda sözleşmelerin uyarlanması ile ilgili içtihatların doksanlı yıllardan itibaren büyük bir artış gösterdiğini görüyoruz. Ülkemizde yaşanan ekonomik krizler ve bu krizlerin yabancı para borçlarına olumsuz etkisi bunun en önemli nedenidir. Yargıtay’ın önüne bu zamana kadar sayısız olay gelmiş ve Yargıtay ekonomik krizden etkilenen sözleşmeler konusunda bazı esaslar kabul etmiştir. Bununla birlikte, verilen kararlarda sözleşmelerin uyarlanması konusunda tutarlı bir yaklaşımın varlığından da söz edilemez. Bu konuda belki de en dikkat çekici örnek, yaşanan ekonomik krizlerde banka kredi sözleşmeleri söz konusu olduğunda, çoğunlukla ekonomik krizin önceden görülemez sayılmadığını kabul edip uyarlama yoluna gidilmemesidir . Bu tutum haklı olarak eleştirilmiştir. Dolayısıyla Yargıtay kararlarının somut bir teoriye ve nesnel ölçütlere dayanmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Çalışmamız başında işlem temelinin çökmesi meselesinden bahsetmiştik. Her ne kadar sözleşmenin uyarlanması noktasında Yargıtay’ın tutarlı bir yaklaşımı söz konusu olmasa da Yargıtay’ın işlem temelinin çökmesi noktasında bir ilerleme kaydettiğini de belirtmek gerekir. Zira Yargıtay’ın işlem temelinin çökmesi uygulama alanını daha geniş bir çerçevede kabul ederek, sadece borçlar hukuku ile sınırlandırmayıp aile hukuku işlemlerinde de uygulaması bu noktada önemli bir kilometre taşı olmuştur. Yine Yargıtay kısa süreli sözleşmeler bakımından da artık uyarlamanın mümkün olduğuna işaret etmiştir .
Halen Yargıtay’ın banka kredi sözleşmeleri konusunda bankalardan yana olan tutumunda bir değişiklik ne yazık ki görülmemektedir. Yargıtay, bankaların genel eğilim olarak iyi niyet gösterip müşterilerine kredi geri ödemelerini Türk Lirasına çevirme önerisinde bulunmalarını da sözleşmelerin uyarlanmasını kabul etmeme yönünde bir gerekçe olarak sunmaktadır . Oysa dövize endeksli sözleşmelerde ekonomik kriz sonrası dövizin olağanüstü artmış olması asıl sorunu oluşturur, bu sebeple dövizin Türk lirasına çevrilmesi teklifi banka kredi borçlusuna getirilmiş adil bir teklif sayılamaz. Neticede sözleşmelerin uyarlanmasındaki amacımız sözleşme adaletini sağlamaktı!
Son dönemde Japon Yeni davaları olarak bilinen ve Japon Yeninin Türk lirası karşısında aşırı değer kazanması nedeniyle açılan uyarlama davalarında Yargıtay’ın tutumu, ekonomik krizlerin öngörülebilirliğine vurgu yaparak uyarlamanın kabul edilmemesi yönünde olmuştur .
Özetlemek gerekirse, ülkemizde sözleşmeler en çok ekonomik kriz nedeni ile uyarlanmaktadır; ekonomik krizler öngörülebilir gerekçesi ile uyarlamayı ret etmek TBK madde 138’in fiilen uygulanmaması anlamını taşır. Bu nedenle önemli olan ekonomik krizlerin öngörülebilmesi değildir, bu krizlerin sözleşmelere etkisinin ne boyutta ve hangi anda olacağının öngörülememesidir. Türkiye’de ekonomik kriz şimdi olduğu gibi, her zaman beklenir ancak sözleşmelerde buna ilişkin önlem almak krizin ne zaman çıkacağının ve ne boyutta olacağının öngörülememesi nedeni ile mümkün olmaz. Bu nedenle Yargıtay’ın tutumunun aksine ekonomik kriz halinde TBK madde 138’in uygulama alanı bulabileceğinden şüphe duymamak gerekir .
5. TBK M. 138’İN DEĞERLENDİRİLMESİ
Sözleşmenin uyarlanmasını kabul eden birçok ülke hukukunda bu konunun bir düzenlemeye kavuşturulması karşısında Türk yasa koyucusu da bu yönde bir adım atarak TBK m. 138 ile bu konuda yasal düzenleme getirmiştir. Bu düzenleme tasarı aşamasından yasalaşma sürecine doğru giderken bazı olumsuz değişikliklere uğramış ve bugünkü halini almıştır.
Tasarının ilk hali dahi aslında sözleşmenin uyarlanması bakımından bazı olumsuzlukları barındırmaktadır. Buna rağmen tasarının olumlu yönleri de mevcuttur. Tasarının ilk hali olan BKT m. 117/b’de ‘hakimden isteme’ şeklindeki ifade, BKT m.143 hükmünde sadece ‘isteme’ şeklinde değiştirilmiştir; ki son derece olumlu bir değişikliktir, zira borçlu ilk olarak sözleşmenin yeni şartlara uydurulmasını karşı taraftan talep eder, taraflar anlaşamazlarsa hâkime gidebilirler. Gerçekten de uygulamada yargılamanın süresi ve mevcut yükü de nazara alındığında borçlunun ilk olarak değişen şartlara göre uyarlamayı karşı taraftan talep ettiğini görmekteyiz. BKT m. 143’ün diğer bir olumlu özelliği de, sözleşmenin uyarlanması için durum değişikliğinin olağanüstü olmasının aranmamış olmasıydı. Bu hususa ilişkin açıklamalarımızı da yukarıda izah etmiş idik. Sözleşmenin taraflarını etkileyen, toplumu etkilemeyen olağan bir durum da uyarlamaya konu olabilir.
Ne yazık ki tasarıdaki anılan bu olumlu değişiklikler kaldırılmış ve madde şu anki halini almıştır. Hem durum değişikliklerinin olağanüstü olması aranmış, hem de uyarlama hâkimden talep edilmeli şeklinde bir ifade tercih edilmiştir.
TBK m. 138’in şartlarını ve sonuçlarını incelemeden önce, hangi hukuki işlemlerin değişen durumlara uyarlanabileceğini de tespit etmek gerekir. TBK m. 138’in sadece lafzına bakıldığında tüm borç ilişkilerinin değil sadece sözleşmelerin değişen koşullara uyarlanabileceği ileri sürülebilir. Ancak bazı görüşlere göre hükmün lafzi yorumu ile yetinilmemeli, sözleşme dışında kalan borç ilişkilerinin de TBK m. 138 uyarınca uyarlanması kabul edilmelidir. Kanımca bu görüşe göre önemli olan işlem temelinden bahsedilebilecek bir hukuki ilişkinin varlığıdır. Yine TBK m. 138, TBK’nın ‘Borçlar İlişkisinin Hükümleri’ ana başlığı altında düzenlenmiştir. Buradan da sadece sözleşmeler bakımından değil tüm borç ilişkileri bakımından uygulama alanı bulacağı sonucu çıkarılabilir .
Tüm Borçlar hukuku sözleşmelerinin değişen koşullara uyarlanabileceği noktasında öğretide görüş birliği vardır . Bununla birlikte, tek tarafa borç yükleyen borç sözleşmelerinin, borçlar hukuku dışında kalan diğer sözleşmelerin ve diğer hukuki işlemlerin de uyarlanması gerekebilir. İşlem temelinin çökmesinden bahsedebilmek için her şeyden önce taraflar arasında bir “işlem temeli”nin varlığı gerekir. Baysal’a göre özellikle tek taraflı hukuki işlemler bakımından uyarlama mümkün değildir.
Tek taraflı hukuki işlemler, kurulması için bir kişinin irade beyanının yeterli olduğu hukuki işlemlerdir . Tek taraflı hukuki işlemlerde ilk olara akla vasiyetname, vakıf kurma ve yenilik doğuran işlemler gelir. Bunlardan özellikle vasiyetnamenin değişen şartlara uyarlanması sorunu öğretide tartışma konusu yapılmıştır. Vasiyetnamenin uyarlanmasında, işlem temelinin çökmesi kuramına yer olmadığı, tamamlama yolu ile çözüm aranması gerektiği vurgulanmıştır. Dolayısıyla öğretide hakim olan görüşe göre tek taraflı hukuki işlemlerde uyarlama yapılması mümkün değildir.
Borçlar Hukuku sözleşmeleri dışında kalan sözleşmeler denildiğinde ilk akla gelen aile hukukuna ilişkin işlemlerdir. Aile hukukuna ilişkin işlemlerin uyarlanması denildiğinde ise bu kez akla yoksulluk ve iştirak nafakalarının uyarlanmaları gelmektedir. Boşanmanın yan sonuçlarına ilişkin yapılan anlaşmalar aile hukukuna ilişkin bir sözleşme gibi görünse de öğretide ve Yargıtay kararlarında, boşanma protokolünün borçlar hukuku anlamında hukuki bir sözleşme olduğu kabul edilmektedir. Yine Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin istikrar kazanmış kararlarına göre anlaşmalı boşanma protokolü genel sözleşme hükümlerine tabidir ve değişen şartlara göre uyarlanabilir .
Hukukumuzda bir takım sözleşmeler de, ‘sonuçlandırıcı’, ‘iş bitirici’ hukuki işlemlerdir. Bir ayni hakkın kurulmasına, değiştirilmesine veya hakkın devrine ilişkin eşya hukuku sözleşmeleri buna örnektir. Bu tarz sözleşmelerde sözleşmenin kurulması ile sonuç doğurması arasında koşulların değişikliği söz konusu olmaz. Bu durumda da sözleşmenin uyarlanmasından bahsedilemeyecektir. Sözün özü, eşya hukukuna ilişkin sözleşmelerin de uyarlanması kural olarak düşünülemez. Yine hatırlatmakta fayda var ki; sözleşme taraflarını aşar bir biçimde üçüncü kişileri etkileyen tarzda uyarlama da mümkün değildir. Buna en güzel örnek ipotek sözleşmeleridir. İpotek sözleşmesinde ipotek yükünün taraflar arasında bir anlaşma olmaksızın TBK m. 138 uyarınca uyarlanması da mümkün değildir.
Miras sözleşmeleri de kısmen sözleşmenin uyarlanmasına konu olabilir. Özellikle sağlararası ivazlı miras sözleşmeleri bakımından uyarlama gündeme gelebilir. Zira miras sözleşmelerinde, vasiyetnamelerden farklı olarak, irade teorisi değil, güven teorisi hakimdir. Miras bırakan tarafından önceden tahmin edilemeyen gelişmeler karşısında, serbestçe geri alınamayan miras sözleşmelerinde yorum yoluyla düzeltme mümkün değildir. Bu sözleşmeler işlem temelinin çökmesi durumunda uyarlanabilecektir. Gerçekten de miras sözleşmesinin kurulmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler karşısında miras sözleşmesinin uyarlanması mümkün olmalıdır.
6. BORÇLAR HUKUKU SÖZLEŞMELERİNİN UYARLANMASI
Borçlar hukuku sözleşmelerinde genelde iki tarafa borç yükleyen karşılıklı sözleşmeler gündeme gelir. Her iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerin uyarlanmasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Peki tek tarafa borç yükleyen ve ani edimli sözleşmelerin uyarlanmasında durum nedir? İşte tek tarafa borç yükleyen ve ani edimli sözleşmelerin uyarlanması öğreti ve uygulamada tartışma konusudur. Bu tartışmalar devamında sözleşmelerde yer alan edimlerin ifa edilmiş olmasının sözleşmenin uyarlanmasına etkisini gündeme getirmiştir. Son yıllarda ağırlık kazanan eğilim, sözleşmenin ifa edilmiş olmasının uyarlamaya engel teşkil etmeyeceği yönündedir .
Günümüzde ağırlıklı olan görüş tek tarafa borç yükleyen sözleşmelerde uyarlanmanın mümkün olmadığı yönündedir . Ancak tek tarafa borç yükleyen kefalet sözleşmesi, garanti sözleşmesi ve bağışlama sözleşmesi gibi sözleşmelerde de değişen koşullar sonucu işlem temelinin çökmesi meydana gelebilir. Bu sebeple sınırlamaya gidilmeden, tek tarafa borç yükleyen sözleşmelerde de uyarlama veya sözleşmenin sona erdirilmesinin mümkün olabileceğini savunan yazarlar da mevcuttur .
Sözleşmenin uyarlanması genelde sürekli borç ilişkilerinde, belirli bir süreye yayılan sözleşmelerde gündeme gelmektedir. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz üzere bu konuda Yargıtay kısa süreli kira sözleşmesinde de işlem temelinin çökmesinin söz konusu olabileceğini bizlere göstermiştir. Bununla birlikte, sözleşmenin kurulma anı ile ifa anı arasında bir süre olması durumunda ani edimli sözleşmelerin de uyarlanması mümkündür. Bu sürenin kısa veya uzun olmasının önemi yoktur . Aslında sözleşmelerin uyarlanmasında sorunun, sözleşme ilişkisinin ani edimli mi, sürekli edimli mi sorunu olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Asıl sorun az önce ifade edildiği üzere borcun ifa edildiği durumda uyarlamanın yine de istenip istenemeyeceği noktasındadır. Zira ani edimli sözleşmelerde genelde ifa hemen gerçekleştiği için uyarlamaya gerek olmadığı düşünülebilir. Bu durum, aslında ifadan sonra uyarlamanın mümkün olmayacağını savunan yazarların ortaya çıkardığı bir tepkidir. Fakat tekrar ifade edelim ki; son yıllarda ağırlık kazanan eğilim, sözleşmenin ifa edilmiş olmasının uyarlamaya engel teşkil etmeyeceği yönündedir.
Aslında TBK madde 138’e bakıldığında durum çok kolay bir şekilde anlaşılmaktadır. TBK m. 138 hükmüne göre “sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır”. Karşıt yorumdan ise “ani edimli sözleşmelerde sözleşmeden dönme hakkı”nın kullanılacağıdır. Bunun anlamı da ani edimli ilişkiler açısından da uyarlamanın TBK madde 138 hükmü kapsamında mümkün olduğudur. Kanun koyucu sürekli sözleşme ilişkisini ‘fesih’ ile sona erdirirken, ani edimli sözleşme ilişkisini ‘dönme’ yolu ile sona erdirmekte ve değişen koşullara uyarlamaktadır.
Sözleşmenin uyarlanmasındaki amacımız sözleşmede meydana gelen adaletsizliği engellemektir. Dolayısıyla edimin ifa edilmesinden sonra meydana gelebilecek adaletsizlik üzerine sözleşmenin uyarlanamayacağının kabul edilmesi amaç ile bağdaşmayacaktır. Bir örnekle durumu özetleyecek olur isek: Müsabakanın oynanacağı inancı ile, sırf bu müsabakayı izlemek için, en lüks konumdan bilet alan seyirci ödemeyi peşin olarak yapmış ve daha sonra müsabakanın salgın sebebiyle iptal edildiğini öğrenmiştir. Bu kişi edimini ifa ettiği için sözleşmenin uyarlanmasını isteyemeyecektir, oysa bilet bedelini peşin değil, müsabaka esnasında veya sonra verecek olsa idi, işlem temelinin çöktüğünü iddia edebilecekti. Bu durumda, edimin ifa edilmesinin sözleşmenin uyarlanması imkânını kaldırdığı görüşü savunulursa, bilet bedelini peşin ödediği için neredeyse cezalandırılmış olacaktır.
Edimi ifa edilmiş sözleşmelerde bu durumun önüne geçebilmek ve orta yol bulmak amacıyla, belli şartlarla uyarlanabileceği görüşü ortaya atılmıştır. Nitekim TBK m. 138 hükmü ile bu görüş yasaya geçirilmiştir. TBK m. 138 hükmü uyarınca “borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş ve ifanın aşırı güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa” uyarlama isteyebilir. Bu husus ayrıca aşağıda detaylı bir şekilde değerlendirilmiştir.
7. TACİRLER AÇISINDAN SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI
TTK m. 18/II hükmü uyarınca: “Her tacirin, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir iş adamı gibi hareket etmesi gerekir”. Bu hüküm, tacirin taraf olduğu sözleşmelerde, tacirin uyarlama hakkına engel midir sorusunu gündeme getirmektedir. TBK m. 138 hükmü yürürlüğe girmeden önce Yargıtay uygulaması, tacirler bakımından öngörülemez bir durum değişikliğinin basiretli bir tacir gibi davranma yükümü nedeni ile mümkün olmadığı gerekçesi ile tacirlerin uyarlama haklarının bulunmadığı sonucuna varmaktaydı . Fakat TBK m. 138 hükmünün yürürlüğe girmesi, Yargıtay’ın bu uygulamasında değişikliğe gitmesini zorunlu kılmıştır. Yani TBK m. 138 hükmü ticari ilişkilere de uygulanacak genel nitelikte bir hükümdür.
Her ne kadar TBK m. 138 hükmü tacirler için de uygulanacak olsa da, uyarlama hakkını kullanan kişinin tacir olması elbette dikkate de alınacaktır. Basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğü öngörülebilirlik ölçütünü ve risk eşitini tacir olmayanlara göre bir adım yukarı taşıyacaktır.
8. İFA İMKANSIZLIĞI – MÜCBİR SEBEP – TEMEL HATASI – TBK M. 138 KARŞILAŞTIRMASI
Değişen koşulların sözleşmeye etkisinden bahsederken akla bir an için TBK m. 136’da hüküm altına alınan sonraki imkânsızlık kurumu gelebilir. Zira sonradan ortaya çıkan beklenmedik ve iki tarafa da isnat edilemeyen gelişmelerin TBK m. 136 sübjektif imkânsızlık mı, TBK m. 138 işlem temelinin çökmesi mi olduğunu belirlemek her zaman kolay değildir. İki durumda da önceden görülemeyen ve iki tarafa da isnat edilemeyen bir gelişme söz konusudur. Ancak aslında her iki hüküm ve kurum arasında ciddi farklar vardır.
İşlem temelinin çökmesinde söz konusu olan ifanın imkânsızlığı değil, aşırı derecede güçleşmesi, külfetli hale gelmesidir. Dolayısıyla TBK m.136 hükmü zorluk halini değil, imkânsızlık halini düzenlemektedir. TBK m. 138 hükmünde ifa aşırı derecede güçlenmiş olsa da hâlen mümkündür. Bu noktada Covid-19’un oluşturduğu durumu da netleştirmek gerekmektedir, ancak edimin ifasının imkânsız olup olmadığını değerlendirmeye gerek yoktur. Borçluyu aşırı ifa güçlüğü halinde borcundan kurtaracak olan şey, ifanın kendisinden beklenememesidir. Borçlu borcunu ifa edebilir mi sorusu ile borçlu borcu ifa etmeli midir sorusu birbirinden farklıdır. Yine imkânsızlıktaki ‘ya hep ya hiç’ ilkesinin aşırı güçlük hallerine uygulanmasının yaratacağı adaletsizliklerin de hesaba katılması gereklidir.
Bu noktada işlem temelinin çökmesi ile mücbir sebep hallerine sebep veren olayların şartlarını ve sonuçları arasındaki farkları da saptamak gereklidir. Borçlunun kusuru olmadan ifanın imkânsız hale gelmesinin nedeni mücbir sebep olabilir. Bu halde ifa talebi düştüğü gibi borçlunun tazminat sorumluluğu da yoktur. İfanın güçleşmesi tek başına bir mücbir sebep hali teşkil etmemektedir. Eğer borçlu tarafından olmasa bile, başka herhangi biri tarafından borcun ifası mümkünse artık mücbir sebepten bahsedilemez, oysa sözleşmenin uyarlanması için ifanın imkânsızlaşması gerekmez. Çoğunlukla, mücbir sebep borcun geçici veya sürekli olarak imkânsızlığına yol açarken, işlem temelinin çökmesi halinde edimin ifası mümkündür. Bununla birlikte, bazı durumlarda mücbir sebep sadece borcun zamanında ifasına engel olur. Bu olasılıkta borçlu gecikmeden sorumlu olmaz, ancak ifası halen mümkün olan borcu ifa ile yükümlü olur. Bu noktada işlem temelinin çökmesi ile bir yakınlıktan söz edilebilir, ancak işlem temelinin çökmesinin borçlunun kusur sorumluluğu ile ilgisi yoktur, sorun bir risk paylaşımı sorunudur . Buradan hareketle sözleşmenin uyarlanmasını ifade ederken mücbir sebep yerine işlem temelinin çökmesi terimini kullanmamız gerektiği sonucu çok rahat çıkarılmaktadır. Zira mücbir sebep halinde artık ifa geçici veya sürekli olarak imkânsız hale gelmiş ise sözleşme uyarlanamayacaktır.
Temel hatası oluşturan saikte esaslı yanılma ile işlem temelinin çökmesi arasında da yakınlık olduğu söylenebilir. Sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan bir gelişmenin, temel hatasına ilişkin TBK m. 32 hükmü uyarınca sözleşmeyi iptal hakkı verip vermeyeceği tartışmalara neden olmuştur . Gerçekten de gelecekteki olaylara ilişkin yanlış tasavvurlarda hataya düşme temel hatası sayılabilir mi? Türk Hukukunda geleceğe ilişkin bazı yanlış tasavvurların temel hatası teşkil edilebileceğini savunan görüşün en önemli temsilcisi Kocayusufpaşaoğlu’na göre, önceden tahmini mümkün gelecekteki olgulara ilişkin bir saikte hata var ise ve bu hata TBK m. 32 anlamında temel hatası niteliği kazanmışsa, bu hata sözleşmenin iptaline yol açabilecek bir saik hatası sayılabilir. Bununla birlikte Türk Hukukunda ağırlıklı olan görüş, geleceğe ilişkin yanlış tasavvurların temel hatası teşkil etmeyeceğini savunmaktadır.
Sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan durum değişiklikleri hiçbir hâlde temel hatası teşkil etmemelidir. Temel hatasında iradenin oluşması esnasında nazara alınan geçmişe veya şimdiki zamana ilişkin yanlış tasavvurlar söz konusu iken, işlem temelinin çökmesine yol açan önceden görülemez gelişme ve buna ilişkin tasavvur ise geleceğe yöneliktir . Gelecekteki olaylara ilişkin tasavvurlarda hataya düşülmüş olması bu nedenle temel hatası değil, olsa olsa işlem temelinin çökmesi sayılabilir.
9. TBK M. 138 HÜKMÜNÜN AYIP HÜKÜMLERİ VE GABİN KAVRAMLARI İLE İLİŞKİSİ
Ayıp hükümlerinin uygulama alanına giren bir durumda işlem temelinin çökmesinin mümkün olup olmadığının da değerlendirilmesi konunun daha iyi anlaşılması için gereklidir. Aslında bu konu daha çok kira sözleşmeleri bakımından tartışma konusudur. Zira kira sözleşmesinin sürekli bir borç ilişkisi doğurduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu hususta TBK m. 307 hükmü ile TBK m. 138 hükmünün yarıştığı söylenebilir.
TBK m. 307 uyarınca; kiracı, kiralananın kullanımını etkileyen ayıpların varlığı hâlinde, bu ayıpların kiraya veren tarafından öğrenilmesinden ayıbın giderilmesine kadar geçen süre için kira bedelinden ayıpla orantılı bir indirim yapılmasını isteyebilir. Şu hâlde; faaliyeti geçici olarak durdurulan işyerlerine ilişkin olarak Covid-19 sebebiyle uygulanan yasak kalkana kadar TBK. m. 307 uyarınca kira bedelinde indirim talep edilebilmesi mümkündür. Fakat bu durum faaliyetine devam edemeyen işyerleri için geçerlidir. Faaliyetine devam eden işyerleri için ayıp söz konusu olmayıp, yalnızca Covid-19 sebebiyle işlem temeli çökmüş denilebilir ve TBK m. 138 hükmü uyarınca sözleşmenin uyarlanması talep edilebilir.
Yine ayıp halinde işlem temelinin çökmesinin uygulanabileceği haller de mevcuttur. Örneğin, sözleşme tarafları, satın alınan bir arazinin sözleşmenin kurulması anında imara açık olup olmadığı hususunda ihtilafa düşmüş ise bu noktada ayıp hükümleri devreye girer; arazi satın alınırken imara açık değil ancak imara açılacağı kesin gözüyle bakılıyorken sözleşmenin kurulmasından sonra imara açılmayacağı belli olmuş ise ancak işlem temelinin çökmesi uygulayanabilir.
Bazı yazarlar sözleşmenin değişen koşullara etkisini değerlendirmek maksadıyla durumu sözleşmenin kurulmasından sonra gerçekleşen gabin şeklinde tanımlamışlardır. Aşırı yararlanma hükmünün yaptırımı da ‘ya hep ya hiç’ çözümüdür, bu hüküm sözleşmenin uyarlanması şansı vermediği için tatmin edici değildir. Yasakoyucu aslında aşırı yararlanma hükmü ile edimler arası dengesizliği çözmekten çok sömürüyü engellemeyi amaçlamıştır. Aslında buradan aşırı yararlanma hali ile TBK m.138 hükmün farkı net olarak anlaşılmaktadır. Aşırı yararlanmanın aksine, TBK m. 138 hükmünde sözleşmelerin sonradan değişen koşullara uyarlanmasının şartlarından biri ‘zor durumda’ (müzayaka) hâlinde bulunma değildir. Zira edimler arasındaki dengesizlik tarafların iradesinden bağımsız olarak, değişen koşullar sonucu oluşmaktadır. Bunun dışında aşırı yararlanmada, sömürenin sömürülenin durumundan bilerek faydalanması gerekir ki, bu da uyarlamanın şartlarından değildir. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun görüşü de bu yöndedir .
10. SÖZLEŞMENİN UYARLANMASININ ŞARTLARI
TBK m. 138 hükmünün uygulanabilmesi için belirli şartların oluşması gerekir. Zira ifa sürecinde karşılaşılan her aksilik ve olumsuzluk sözleşmenin uyarlanması imkânını vermemelidir. Yine TBK m. 138 son çare olarak uygulanmalıdır. Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanabilmesi için her somut olay nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulmalı, bu değerlendirme tarafların ve uyarlanması istenilen sözleşmenin özelliklerine göre yapılmalıdır. İşte bu nesnel değerlendirmenin yapılabilmesi için bazı şartların ve ölçütlerin belirlenmesi gereklidir.
Sözleşmenin uyarlanmasında aranan ilk şart sözleşmenin kurulmasından sonra meydana gelen durum değişiklikleridir. Gerçekten de sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasının kilit kavramı durum değişikliğidir. Hangi tür durum değişiklikleri sözleşmenin uyarlanması imkânı verecektir? Daha önce de ifade ettiğimiz üzere TBK m. 138 hükmünü işlem temelinin çökmesi teorisi bakımından yorumlayacaktık. Konuya buradan yaklaştığımızda ilk olarak ortaya çıkan durum değişikliğinin önceden görülemez bir değişiklik olması gerekir. Hatta sözleşme tarafları bu değişikliği önceden görmüş olsalardı sözleşmeyi hiç kurmayacak ya da başka bir içerikle kuracak olmalıdırlar.
Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanabilmesi için aranan bir diğer gerek de, değişen koşullar sonucu sözleşmenin ifasının, bu değişiklik sonucu mağdur olan taraftan beklenmesinin dürüstlük kuralına aykırı olmasıdır. Zira TBK m. 138 hükmü kaynağını dürüstlük kuralından almaktadır.
Sözleşmenin değişen koşullara uyarlanabilmesi için işlem temelinin çökmesi ile durum değişikliği arasında nedensellik bağı bulunmalıdır. Diğer bir anlatımla, ortaya çıkan ifa güçlüğü, önceden görülemeyen durum değişikliklerinin sonucu olmalıdır. Ortaya çıkan durum değişiklikleri ile nedensellik bağı içinde olmayan ifa güçlükleri ve ifanın anlamsızlaşması sözleşmenin uyarlanması imkânı vermez . Uyarlamaya nedensellik sorunu kapsamında yaklaşılması, sözleşmenin uyarlanması gibi bir konuda ölçütlerin daha da objektif olarak belirlenmesine hizmet edecektir.
Durum değişikliklerinin, kendinden anlaşılır bir diğer özelliği de, bu değişikliklerin sözleşmenin kurulması anından sonra ortaya çıkması gereğidir. Her türlü durum değişikliklerinin sözleşmelerin uyarlanması imkânını vermeyeceği de mutlaktır . Durum değişikliği esaslı olmalıdır. TBK m. 138 hükmüne bakıldığında öngörülemeyen, öngörülmesi de beklenemeyen olağanüstü bir durumun ortaya çıkması aranmıştır. Bu noktada işlem temelini oluşturan durumlarda değişiklik aranmalıdır. Bu aşamada oldukça tartışmalı olan husus, durum değişikliğinin olağanüstü nitelikte bir değişiklik olmasına gerek olup olmadığı noktasındadır. TBK m.138 hükmünde durum değişikliğinin olağanüstü olması şartı açıkça aranmıştır. Taslak aşamasındaki ilk metinlerde yer almayan bu ekleme çoğu yazara göre yerinde değildir.
Son olarak işlem temelini oluşturan durumlara verilen bazı örneklerle işlem temeli kavramını da somutlaştırabiliriz: A, sinema işletmecisi B’den bir film gösterimi için bilet satın almıştır, daha sonra bu filmin gösterimi yasaklanmıştır. ‘Film gösterimi’ olgusu sözleşme içeriğine dâhildir. Bu olayda B imkânsızlık nedeniyle borcundan kurtulacak, A ise haksız zenginleşme hükümlerine göre (TBK m. 136) parasını geri alacaktır. Oysa taç giyme törenini izlemek için astronomik fiyata kiralanan balkon örneğinde ise durum böyle değildir, zira ‘törenin gerçekleşmesi’ borçlanılmış değildir, yani sözleşmenin içeriğine dâhil değildir. Yine üstüne denklik parası verilerek eski taşıt aracını satıcıya bırakıp yeni araç alan bir müşteri, eski aracını kusuru olmadan teslim edemeyecek duruma gelirse, burada da işlem temeli çökmüş sayılabilir. Olayda taraflarca izlenen amaç düşünüldüğünde, kullanılmış eski aracın teslimi ve hesaptan düşülmesi işlemin temelini oluşturmaktadır. Pek tabiî, burada eski aracın teslimini sözleşmenin içeriğine dâhil olduğu ve bu nedenle imkânsızlık hükümlerinin de uygulanacağı da düşünülebilir.
Sözleşmenin kurulmasından sonra meydana gelecek değişikliğin esaslı değişiklik olması gerektiğini ifade etmiş idik. Değişikliğin esaslı olduğu işlem temelinin çökmesi halleri, edimler arası dengenin sarsılması, aşırı ifa güçlüğü ve işlem ile izlenen amacın boşa çıkması halleridir. Fakat TBK m. 138’de bu hallerden sadece aşırı ifa güçlüğü esas alınmıştır. Uygulamaya bakıldığında aşırı ifa güçlüğü, işlem temelinin çökmesi hallerinden en az uygulama alanı olanıdır, özellikle hükmün tarihsel gerekçesini edimler arası denge bozulmasının en tipik örneği olan ekonomik krizler oluşturmaktadır; bu da hesaba katıldığında yasakoyucunun sadece aşırı ifa güçlüğü halini düzenlemek istediği söylenemez .
Türk Hukukuna baktığımızda sözleşmelerin uyarlanmasının sıklıkla ekonomik krizler sonucu edimler arasındaki dengenin bozulmasında gündeme gelmiştir. Türk Hukukunda son dönemde işlem temelinin çökmesi hususundaki içtihat sayısındaki artış, yaşanan iki önemli krize bağlıdır. Bunlardan ilki 1994, diğeri ise 2001 ekonomik krizleridir. Bugün de ülkemizde uyarlama kurumunu gündeme getiren bir ekonomik kriz yaşanmaktadır.
Enflasyon veya yabancı para karşısında paranın değer kaybı sözleşmenin uyarlanması için tek başına yeterli değildir; sözleşmenin bu olasılıkta uyarlanabilmesi için değer kaybının sözleşmenin kurulmasından sonra taraflarca öngörülemez bir olay sonucu gerçekleşmesi gerekir. Burada en önemli nokta, uyarlamanın enflasyon karşısında paranın değer kaybı değil, bu değer kaybının hangi öngörülemez olay sonucu gerçekleştiğidir. Bununla birlikte, özellikle ülkemizde son günlerde yaşanan salgın hastalık nedeniyle yaşanan ekonomik krizlerin sözleşmeyi uyarlama imkânı vereceği konusunda şüphe yoktur.
Ekonomik krizler Türk hukukunda edimler arası dengenin bozulmasına yol açan başlıca gelişmeler olsa da, Yargıtay uygulamasına bakıldığında, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan başka değişikliklerin de edimler arası dengenin bozulmasına neden olabileceği görülmektedir. Örneğin Yargıtay, bir kararında, orman idaresi ile bir ticari şirket arasında akdedilen, ormanlık alanın belirli bir süre için tahsisine ve bu alanda belli yatak kapasiteli bir tesisin kurulmasına ilişkin bir sözleşmede, yatak kapasitesi ve kullanılan alanın artırılması sonucu edimler arası dengenin bozulduğuna ve bu sözleşmenin uyarlanmasına karar vermiştir .
TBK m. 138 kapsamında aşırı ifa güçlüğü esas alınmıştır. Aşırı ifa güçlüğü, edimin imkânsızlaşmasına rağmen borçlunun borç ilişkisi ile bağlantısının koparacak ağır çabalarla edimini ifa edecek olması hâlinde söz konusu olur. Aşırı ifa güçlüğünün ortaya çıktığı pek çok durumda, edimler arası denge de bozulmuş olacaktır. Ancak bu iki durum birbirinden belli noktalarda ayrılır. Aşırı ifa güçlüğü, sadece borçlunun başvurabileceği bir işlem temelinin çökmesi hâli iken edimler arasındaki dengenin bozulması halinde, hem borçlu hem de alacaklı sözleşmenin uyarlanması hakkına sahip taraf olabilecektir. Nitekim sadece aşırı ifa güçlüğü hâlini dikkate alan TBK m.138, sözleşmenin uyarlanması imkânını sadece borçluya tanımıştır . Fakat uygulamada edimler arasındaki dengenin bozulması türündeki işlem temelinin çökmesi daha çok karşımıza çıkmaktadır.
Neticede toparlayacak olur isek; işlem temelinin çökmesi teorisinin sadece aşırı ifa güçlüğü hâllerine kısıtlanması mümkün değildir, zira teorinin sözleşmenin uyarlanması konusundaki diğer teorilere göre objektif sayılmasının nedeni işlem temeli kavramını getirmesi ve işlem temelinin çökmesi hallerini sınıflandırmasıdır. TBK m. 138 hükmünün lafzına rağmen, hüküm, ya amaca uygun yorum yoluyla ya da hükmün bu konuda örtülü bir boşluk taşıdığı kabul edilerek, yine de işlem temelinin çökmesi teorisine uygun olarak ele alınmalıdır. Nitekim TBK m. 138’in birçok açıdan boşluk içerdiği Adalet Komisyonu Raporu’nda da adeta itiraf edilmiştir. Bahsi geçen raporda “Düzenleme yokluğunda yargı (TMK m. 2/I veya m.1/II) yoluyla soruna özgü içtihat hukukuna geliştirerek ihtiyacı giderecektir” denilerek adeta top tekrar yargıya atılmıştır. Böylece TBK m. 138’in lafzi yorumunun yetersiz kalacağına Adalet Komisyonu raporunda da işaret edilerek, hüküm ya amaca uygun yorum yoluyla ya da örtülü kanun boşluğu olduğu kabul edilerek değerlendirilmelidir.
11. ÖNGÖRÜLEMEZLİK KAVRAMININ SINIRLARI
Öngörmek ifadesinin iki anlamı vardır. İlk anlamı ileride olacakları tahmin etmek, önceden kararlaştırmak, ileri için düşünmektir. İkinci anlamı ise hüküm altına almak, kural haline getirmektir. Hangi durum değişikliklerinin önceden görülebilir olduğuna ilişkin sınırlayıcı bir tanım vermek imkânsız olsa da birtakım somut ölçütler yardımıyla bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağız.
Olayın kendisinin önceden görülebilir olmasına rağmen sonuçlarının boyutunun önceden görülememesi mümkündür . Örneğin salgının yaklaştığı sözleşmenin kuruluşu aşamasında önceden görülebilir, ancak uzun sürebileceği veya ciddiyeti önceden görülemeyebilir. Bu bakımdan önceden görülebileceği halde, sonuçları bakımından normal olmayan genişlikte ortaya çıkan olaylarda önceden görülmeme şartının gerçekleştiği Türk öğretisinde de kabul edilmektedir . Sözün özü, durum değişikliğinin önceden görülemezliği değil, bu değişikliğin sözleşme ekonomisi üzerindeki etkisinin önceden görülemezliğidir.
Kural olarak kişi olayı öngörmüşse riski de üstlenmiş sayılır. Objektif olarak bakıldığında, önceden görülemez bir olayı taraflar önceden görmüşlerse artık uyarlama hakkına sahip olamazlar; zira artık taraflar bunun riskini üstlenmiş sayılırlar. Dolayısıyla her ne kadar iç içe geçmiş gibi gözükse de sözleşmenin uyarlanması için tarafların hiçbir şekilde durumun riskini üstlenmemiş olması şartı da aranmaktadır. Eğer taraflar bir durumu önceden görmüş ve risk paylaşımı yapmamış iseler, durum değişikliğinden mağdur olan taraf bu değişikliğin getirdiği riske katlanır. Tabii taraflar, önceden gördükleri duruma karşı risk paylaşımı yapmış ve sözleşmede olumlu uyarlama hükümleri varsa sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması kabul edilmiş demektir. Dolayısıyla tarafların mevcut durumu önceden görüp görmedikleri, akabinde sözleşmesel risk dağılımına bakmak gerekmektedir.
Önceden görülemezliğin kapsamının belirlenmesi oldukça güçtür. Kişiye göre değişen, öznel bir kapsamı vardır. Her somut olayın ve taraflar arasındaki ilişkinin özelliklerinin mutlaka dikkate alınması gerekir. Zira bazen küçük olarak nitelendirilebilen bir olasılık bile önceden görülemez sayılabilir. Bir olayın önceden görülemez niteliğine bakarken, mutlaka hayatın olağan akışına göre değerlendirme yapılmalıdır. Bu nedenle önceden görülemezlik belirlenirken sözleşmenin kurulduğu anın ve bu zamanda var olan konjoktürel ortamın mutlaka hesaba katılması gerekir.
Sonradan ortaya çıkan durum değişikliğinin önceden görülebilir olup olmadığı sözleşmenin kuruluş anındaki koşullara göre saptanmalıdır. Örneğin kriz dönemlerinde önceden görülemezliğin derecesi de artar. Yargıtay da bu konuya ilişkin bir kararında ülkede ekonomik krizin uzun sürmesi veya sık aralıklarla tekrarlanmasının ekonomik krize ilişkin öngörüleri kuvvetlendirdiğini kabul etmiştir .
Görüldüğü üzere Yargıtay’ın tutumu, bir ekonomik krizin varlığının, sözleşmenin uyarlanması için yeterli gerekçe olamayacağı yönündedir. Gerçekten de ekonomik krizin küresel olmasının, ifası aşırı güçleşmeyen bir borç ilişkisi bakımından hiçbir önemi yoktur. Bu nedenle ekonomik krizin varlığı tek başına taraflar arasındaki sözleşmenin uyarlanması için yeterli değildir. Bununla birlikte bu kararların ekonomik krizlerin bundan böyle Türkiye’de hiçbir zaman uyarlama imkânı vermeyeceği yönünde anlaşılmaması gerekir. Zira Yargıtay’ın bu kararları konjoktürel bir karar olup, o döneme özgü kabul edilmelidir. Aksinin kabulü TBK m. 138’in Yargıtay kararı ile sınırlandıırılması sonucuna çıkar.
Sözleşme süresi de önceden görülememe değerlendirmesinde rol oynayan bir başka faktördür. Kısa süreli sözleşmelerde önceden görülememe derecesi azalırken, süre uzadıkça önceden görülememe derecesi artar. Gerçekten de kısa süreli sözleşmelerde sözleşmenin kurulmasından sonra meydana gelen değişikliğin önceden görülememesi düşük bir ihtimaldir. Bununla birlikte süre ne kadar kısa olursa olsun sözleşmenin kendisini, sonradan ortaya çıkan ve işlem temelinin çökmesine yol açan durum değişikliğinin etkisinden kurtarması mümkün olmayabilir. Nitekim bu konuyu yukarıda emsal bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında görmüştük .
12. TEMERRÜDE DÜŞME HALİNDE SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI
TBK m. 138 hükmünde düzenlenen sözleşmenin uyarlanmasının şartlarından birisi bilindiği üzere durum değişikliğinin uyarlama isteyen tarafa isnat edilememesidir. İsnat edilebilirlik ile yakın ilişki içindeki bir başka şart da, temerrüdün uyarlamayı dışlamasıdır. Baskın görüşe göre sözleşme tarafı temerrüt halinde ise uyarlama talebinde bulunamayacaktır . Temerrüdün alacaklı veya borçlu temerrüdü olması fark yaratmaz, uyarlama isteyen taraf temerrüt halinde olmamalıdır. Bununla birlikte temerrüde düşen tarafın temerrüde düşmede kusuru yoksa uyarlama hakkına sahip olduğu öğretide belirtilmiştir.
13. SÖZLEŞMEDE UYARLAMA HÜKMÜ BULUNMASI
Taraflar sözleşmelerine bir uyarlama hükmü getirebilirler. Tarafların sözleşmede düzenledikleri uyarlama hükmü karşısında TBK m. 138 hükmü emredici nitelikte midir? Bu sorunun cevabı özellikle uyarlamanın yapılamayacağı yönünde hazırlanan olumsuz uyarlama hükmünün geçerliliği bakımından önemlidir. Bu konu öğretide tartışmalıdır. İnceoğlu, TBK m. 138 hükmünün nisbi emredici bir karakter taşıdığını kabul etmektedir . Diğer görüş ise, hükmü kamu düzeninden kabul etmemekte ve emredici nitelik taşımadığını belirtmektedir .
TBK m. 138 hükmünün emredici nitelikte olduğunu savunan görüş kaynağını, 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un görülmekte olan davalara ilişkin uygulama başlığını taşıyan 7. Maddesine dayandırmaktadır. Bu hükme göre: “Türk Borçlar Kanununun kamu düzenine ve genel ahlâka ilişkin kuralları ile geçici ödemelere ilişkin 76 ncı, faize ilişkin 88 nci, temerrüt faizine ilişkin 120 nci ve aşırı ifa güçlüğüne ilişkin 138 nci maddesi, görülmekte olan davalarda da uygulanır”.
a. Olumlu ve Olumsuz Uyarlama Hükümleri
Yukarıda da ifade edildiği üzere taraflar durum değişikliği riskini önceden görerek bu riski kontrol altına almak isteyebilirler; bunu sağlamak için de sözleşmelerinde uyarlama hükümleri kararlaştırabilirler. Sözleşme tarafları, sözleşmelerinde olumlu uyarlama hükmü koyarak, sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasını kabul edebilirler veya olumsuz uyarlama hükmü koyarak sözleşmenin değişen koşullara rağmen ayakta kalacağını kararlaştırabilirler.
Olumlu uyarlama hükümleri söz konusu olduğunda, taraflar sözleşmenin değişen koşulara uyarlanacağı hususunda anlaşırlar ve bu konuda bir düzenleme yaparlar. Olumlu uyarlama hükümlerinde, taraflar sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan durum değişiklikleri sonucu, sözleşmelerinin bu değişikliklere uyarlanacağına ilişkin genel ifadeler kullanabilirler. Örneğin, “sözleşmenin esasına ilişkin durumların temelden değişmesi” gibi genel bir ifade ile olumlu uyarlama hükmü getirilebilir. Uygulamada genelde olumlu uyarlama hükümlerinde sözleşmenin kurulmasından sonra durum değişikliklerinin gerçekleşmesi halinde, tarafların biraraya gelip sözleşmeyi yeniden müzakere edecekleri kararlaştırılmaktadır.
Olumsuz uyarlama hükümlerinde ise, taraflar sözleşmelerinde değişen koşullara rağmen uyarlamanın gerçekleştirilmeyeceğini kararlaştırırlar. Şunu vurgulamakta fayda var ki; olumsuz uyarlama hükümlerine rağmen, bazı durumlarda TBK m. 138’in uygulanması mümkün olabilir. Sözleşmede bulunan diğer hükümler gibi uyarlama hükümlerinin ifası da, önceden görülemeyen durum değişiklikleri sonucunda beklenemez hale gelebilir. Bu kez olumsuz uyarlama hükümlerinin de uyarlanması gerekebilir. Tabiî burada şunu da belirtelim ki, TBK m. 138 hükmünü emredici nitelikte kabul eden görüşe göre olumsuz uyarlama hükümleri geçersizdir.
Yargıtay, sözleşmedeki olumlu veya olumsuz uyarlama hükümlerine rağmen, sözleşmenin genel ilkelere göre uyarlanmasının mümkün olduğu görüşündedir. Gerçekten de bazı durumlarda, edimin ifasının aşırı derecede ağırlaşmasına rağmen, bu hükümlerde ısrar etmek hakkın kötüye kullanılması sayılabilir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında bu noktayı açıkça ifade etmiştir .
14. OLUMLU – OLUMSUZ KANUNİ UYARLAMA
TBK m. 138 hükmü ile sözleşmelerin uyarlanmasının genel bir hükümle düzenlendiğini daha önce belirtmiştik. Ancak bazı sözleşmelere ilişkin sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması hususunda özel düzenlemeler de mevcuttur: ‘Olumlu ve olumsuz kanuni uyarlama hükümleri’. Olumlu kanuni uyarlama hükümleri, sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasına müsaade eder. Olumsuz kanuni uyarlama hükümleri ise, değişen ilişkilerin varlığına rağmen sözleşmenin değişmeden devamının esas olduğunu düzenlemektedir.
Bir sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasına ilişkin kanunda bir hüküm bulunuyor ise, sözleşmenin uyarlanmasında önce bu hüküm dikkate alınmalıdır. Bu halde TBK m. 138’in ikincilliğinden söz edebiliriz. Bununla birlikte, yasal düzenlemenin uygulanması beklenmedik değişiklikler karşısında anlamsız ve adaletsiz bir sonuç doğuracak ise, TBK m. 138 hükmünün son çare olarak yine de uygulanabileceği kabul edilmelidir. Amaç sözleşme adaletini sağlamaktır.
Türk Hukukunda sözleşmelerin uyarlanması ile ilgili birçok yasal risk paylaşımı hükümleri vardır. Bu hükümlerin bazılarının sıkça karşımıza çıkması ve önemleri nedeniyle üzerinde durulması gerekmektedir.
a. Fahiş Cezai Şartın İndirilmesi
TBK m. 182/III hâkime aşırı gördüğü cezai şartın indirilmesi imkânı tanımaktadır. Anılan hükme göre “hakim, aşırı gördüğü ceza koşulunu kendiliğinden indirir”. Bu madde hangi noktada TBK m. 138 ile karşılaşmaktadır? Şöyle ki; sözleşmenin kurulması anında aşırı sayılmayan bir cezai şartın, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan değişiklikler sonucu aşırı hale gelmesi durumunda hangi kuralın uygulanacağı sorgulanabilir .
Baskın görüş, başta yüksek görünmeyen cezai şartın sonradan durumun değişmesi nedeniyle, aşırı derecede yüksek görünmesinin mümkün olduğu ve burada hâkim tarafından öncelikle TBK m. 182/III hükmüne göre gerçekleştirilmesidir. Burada bu kez TBK m. 182/III hükmünün tacirler bakımından uygulanamaması karşısında tacirler için TBK m. 138 hükmünün uygulanmasının mümkün olup olmadığı noktasında sorun doğmuştur ve bu sorun öğretide tartışılmıştır. Bu konuda Atamer ve Baysal, olumlu yaklaşarak tacirler arası işlemlere de uygulanacağı konusunda şüphe olmayan TBK m. 138 hükmünün şartları dahilinde uygulanacağını yönünde görüş bildirmişlerdir .
b. Eser Sözleşmesi
İşlem temelinin çökmesinin izlerini açıkça taşıyan eser sözleşmesi ilgili olan TBK m. 480/II oldukça önemlidir. Öyle ki, bu maddenin sözleşmelerin uyarlanmasına hukuki temel teşkil ettiği savunulmuş, maddenin kıyasen diğer sözleşmelere de uygulanabileceği bile belirtilmiştir. Her ne kadar bu görüş bugün geçerliliğini yitirmiş olsa da, TBK m. 480/II’nin işlem temelinin çökmesi teorisi ile yakın ilişkisi olduğu ortadadır.
TBK m. 480/II hükmüne göre, “Ancak başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir”. Görüldüğü üzere TBK m. 480/II hükmü, eser sözleşmesinin değişen koşullara uyarlanmasını düzenlemektedir.
Burada akla gelen bir soru da eser sözleşmesinde ifanın aşırı derecede güçleşmesi masraf artışından başka bir nedenden ileri geliyorsa TBK m. 480/II’nin mi TBK m. 138’in mi uygulama alanı bulacağı sorusudur. Bu durumda baskın görüşe göre genel hüküm niteliğindeki TBK m. 138 uygulama alanı bulmalıdır . Zira TBK m. 480/II sadece ücretin uyarlanmasına ilişkin bir hükümdür.
TBK 480/II hükmü ile ilgili son olarak bu hükmün TBK m. 136 hükmü olan ilgisine de değinmek gereklidir. Yukarıda TBK m. 138 hükmü ile borçlunun sorumluluktan kurtulduğu sonraki imkânsızlık arasında ilişki üzerinde durmuştuk . Eser sözleşmelerinde işlem temelinin çökmesini özel olarak düzenleyen TBK m. 480/II ile TBK m. 136/II arasındaki ilişki öğretide incelenmiştir. Yukarıda alıntısını yaptığımız madde metninde geçen ‘eserin yapılmasına engel olur’ ifadesinin işin yapılmasına imkânsız kılması anlamına gelmediği belirtilmiştir . Dolayısıyla TBK m. 480/II’deki ifade de “eserin tespit edilmiş olan götürü ücretle yapılmasına engel olur” şeklinde anlaşılması daha doğru olacaktır.
c. Borçlunun İfa Güçsüzlüğüne Düşmesi
TBK m. 98’ye göre, borçlu sözleşmenin kurulmasından sonra ifa güçsüzlüğüne düşmüş ve borçlunun bu aczi alacaklının alacağını tehlikeye sokmuş ise, alacaklı bazı imkânlara sahiptir. Bu hükme göre karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmede taraflardan biri borcunu ifada güçsüzlüğe düşer ve bu durum nedeniyle özellikle iflas veya aleyhteki haczin neticesiz kalması sebebi ile diğer tarafın hakkı tehlikeye düşer ise, diğer taraf karşı edimin ifası güvence altına alınıncaya kadar kendi ediminin ifasından kaçınabilir; karşı tarafça uygun bir süre içinde istenilen teminat gösterilmez ise sözleşmeden dönebilir.
Yine bu madde de genel bir uyarlama düşüncesinin izlerini bulmak mümkündür. Nitekim bu hükmün genel nitelikte bir uyarlama hükmü olduğu öğretide de belirtilmiştir . Ancak burada, haklı olarak madde metninde de belirtildiği gibi, sözleşmenin kurulmasından sonraki işlem temelini oluşturan durumlarda bir değişiklik söz konusu değildir, borçlunun kişisel ödeme gücünde bir değişiklik mevcuttur. Dolayısıyla bu olasılıkta TBK m. 138 uygulama alanı bulmayacak, borçlunun acze düşmesi ile ilgili TBK m. 98 hükmü uygulama alanı bulacaktır.
15. KEFALET SÖZLEŞMELERİNİN UYARLANMASI MÜMKÜN MÜDÜR?
Teminat sözleşmeleri yapıları gereği riskli sözleşmelerdir. Kefalet sözleşmesi de kişisel bir teminat sözleşmesidir. Kişisel bir teminat sözleşmesi olan kefalet sözleşmesinin uyarlanması sıklıkla gündeme gelir.
Kefalet sözleşmesi, yapısı gereği asıl borçlunun borcunu ödeyemeceği riski üzerine kurulmuş bir sözleşmedir. Bu nedenle özellikle asıl borçlunun sonradan ortaya çıkan değişiklikler sonucu borcunu ifa edememesi olasılığında işlem temelinin çökmüş sayılıp sayılmayacağı tartışma konusudur. Bu durumun kural olarak kefile herhangi bir savunma imkânı vermeyeceği kabul edilmiştir . Gerçekten de kefilin asıl borçlunun borcunu ödeyebileceğine duyduğu güven işlem temelini oluşturmaz, zira bu kefilin risk alanına dahil olan bir husustur. Fakat asıl borçlunun mali durumunun esaslı ölçüde ve önceden görülemez nedenlerle bozulması halinde kefilin borcunun uyarlanması mümkün müdür? 6098 sayılı Türk Borçlar Hukuku yürürlüğe girmeden önce de bu durumda işlem temelinin çökmesinin istinasi olarak kabul edilebileceği belirtilmiştir .
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 599 hükmü getirilerek bu hususta kanuni bir uyarlama hükmü getirilmiştir. Bu hükme göre: “Gelecekte doğacak bir borca kefalette, borçlunun borcun doğumundan önceki mali durumu, kefalet sözleşmesinin yapılmasından sonra önemli ölçüde bozulmuşsa veya mali durumunun, kefalet sırasında kefilin iyiniyetle varsaydığından çok daha kötü olduğu ortaya çıkmışsa, kefil alacaklıya yazılı bir bildirimde bulunarak, borç doğmadığı sürece her zaman kefalet sözleşmesiden dönebilir.”
TBK m. 599 hükmünün bir uyarlama hükmü olduğu açıktır. Ancak bu hükmün uygulanabilmesi için öncelikle kefalet sözleşmesine bağlanan alacağın henüz doğmamış, yani geleceğe yönelik bir alacak olması gerekir. Diğer şart ise esas borçlunun mali durumunun, kefalet sözleşmesinin kurulmasından sonra önemli ölçüde bozulmuş olması gerekmektedir. Bu son şart direk TBK m. 138 ile ilgildir.
Görüldüğü üzere kefalet sözleşmesinin kurulmasından sonra esas borçlunun mali durumunun bozulmuş olması nedeniyle kefile tanınan dönme hakkı tipik uyarlama hakkıdır. TBK m. 138 ile kıyasladığımızda burada borçluya yalnızca dönme hakkı tanınmıştır. Bunun yanı sıra borçlunun mali durumunun bozulmasında aranan şartların TBK m. 138’de aranan şartlar ağırlığında olması gerekmektedir.
Son olarak, asıl borçlunun borcunu ödeyememesi dışında kalan bir durum sonucu da kefilin borcu çekilmez bir hâl alabilir; bu durumda TBK m. 138 uygulama alanı bulur. Kefalet sözleşmesinin değişen koşullara uyarlanması TBK m. 138’de aranan genel şartlara bağlıdır. Bununla birlikte ister TBK m. 599 hükmünün uygulanması ile ilgili olsun, ister TBK m. 138 hükmünün uygulanması ile ilgili olsun, kefalet sözleşmesinin riskli bir sözleşme olduğu da unutulmamalıdır. Zira riskli sözleşmelerin niteliği gereği önceden görülemezlik ve risk öğelerinin değerlendirilmesi sözleşmenin uyarlanmasında hesaba katılacak ve değerlendirme bu tür sözleşmelerde daha sıkı koşullarda yapılacaktır.
16. SÖZLEŞMENİN İFA EDİLMESİ HALİNDE UYARLAMA MÜMKÜN MÜDÜR?
Sözleşmenin ifa edilmiş olması halinde uyarlanıp uyarlanmayacağı oldukça tartışmalı bir konudur. Yukarıda da ifade edildiği üzere bu husus işlem temelinin çökmesinin alanı ile ilgili olup, TBK m. 138’de açıkça bir şart olarak aranmıştır . Öğretide baskın görüş de uyarlamanın kabul edilebilmesi için henüz ifa edilmemiş olması gerektiği yönündedir . Yargıtay da bu görüştedir . Borcun ifa edilmiş olması durumunda uyarlamanın mümkün olmadığını savunan görüşün dayanağı, borcun ifa edilmiş olmasının, bizatihi ifanın güçleşmediğini göstermesidir.
Bu görüşlere ve Yargıtay uygulamasına rağmen somut bir ilişki ve bu ilişkinin tarafları açısından, ölçüsüz bir fedakârlığı gerektirmiş ifaya geri dönülmesini zorunlu kılacak sebepler olabilir. Bazı durumlarda sözleşmenin ifasına rağmen, sözleşmenin uyarlanması adaletli bir çözüme ulaşılması için tek yoldur . Zira TBK m. 138’in temelinde dürüstlük kuralı vardır.
Neticede yasakoyucu, TBK m. 138’in uygulanabilmesi için borcun ifa edilmemiş olmasını veya ifanın aşırı derecede güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutularak yapılmasını şart olarak koymuştur. İfanın aşırı derede güçleşmesinden doğan hakların saklı tutularak yapılması herhangi bir şekle bağlı değildir. Söz konusu çekince, ifa esnasında ileri sürülmelidir. Aksi takdirde uyarlama imkânı ortadan kalkar.
17. SÖZLEŞMENİN UYARLANMASINDA ÇÖZÜMLER
TBK m. 138’de aranan şartlar gerçekleşmiş ise, uyarlama hakkının ne şekilde, kim tarafından ve hangi usul izlenerek kullanılacağı soruları cevaplanması gereken bir başka konudur. Bu sorunlar aslında sözleşmenin uyarlanması konusunda en tartışmalı konulardandır ve ne yazık ki tam bir fikir birliğine varılamamıştır. TBK m. 138’e göre bu sorunun cevabı: “…. borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir”. Bu hükmün nasıl uygulanacağı konusunda yorum ve boşluk doldurma yollarına başvurulması gerekmektedir. Bu nedenle bundan sonraki bölümde TBK m. 138’in doğurabileceği usuli sorunlara cevap ve çözüm aranacaktır.
a. Hâkimden Uyarlamanın Talep Edilmesi
Sözleşmenin uyarlanması konusunda kabul edilen usullerin çok çeşitli olduğu gözlemlenebilir. Bunlardan ilki doğrudan hâkimden uyarlamanın talep edilmesidir. Nitekim TBK m. 138 hükmünde de sözleşmeden dönmenin değil ama sözleşmenin uyarlanmasının hâkimden talep edilmesi öngörülmüştür. Sözleşme tarafları mahkemeye başvurarak sözleşmenin değişen koşullara göre uyarlanmasını talep edebilirler. Hâkim de bu durumun özelliğini göz önünde bulundurarak sözleşmeyi değişen koşullara uyarlayabilir veya sözleşmeyi sonlandırabilir. Bu çözüm yönteminde uyuşmazlık hâkimin önüne gelmeden, uyarlama yönünde, taraflara herhangi bir hak tanınmaz. Hâkim tarafların iddia ve savunmalarını dinler, koşullardaki değişikliği değerlendirir ve sözleşmenin uyarlanıp uyarlanamayacağına karar verir.
TBK m. 138 yürürlüğe girmeden önce de Türk hukukunda işlem temelinin çökmesinin sonuçlarından biri olan dar anlamda uyarlamanın hâkimden talep edilmesi gerektiği baskın görüştü. Nitekim 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmeden önce kanun tasarısında ‘hakimden isteme’ şeklindeki ibareyi ‘isteme’ şeklinde değiştirmek istenmişse de bu değişiklikten vazgeçilmiştir. Kanımca bu olumlu değişiklikten vazgeçilmesi isabetli olmamıştır. Sözleşmenin yorumlanması konusunda hangi usul kabul edilirse edilsin çoğu kez uyuşmazlığın hâkim önüne gideceği de bir gerçektir. Ancak bu durum sözleşmelerin uyarlanmasının sadece hâkimden talep edilebilmesinin gerekçesi olamaz.
b. Uyarlamadan Önce Tarafların Sözleşmeyi Yeniden Müzakere Etme Amacıyla Biraraya Gelmesi
Sözleşmenin değişen koşullar karşısında yeniden müzakere edilmesi eğilimi gerek ulusal hukuk sistemlerinde gerekse de uluslararası hukukta son yıllarda ivme kazanmıştır . Sözleşmenin taraflarının hâkim önüne gitmeden önce biraraya gelmesinin amaca daha uygun olması nedeniyle, sözleşmenin yeniden müzakerenin yerindeliği birçok hukukçu tarafından vurgulanmaktadır.
Sözleşmenin yeniden müzakere edilmesi imkânının tanınması, sözleşme taraflarına sözleşmelerini değişen durumlara uyarlama şansı vermesi nedeniyle irade özerkliği ilkesine daha uygundur. Avrupa borçlar hukuku alanındaki uyumlaştırma çalışmalarında genel eğilim, hâkimin sözleşmeyi uyarlamak için devreye girmesinin yeniden müzakerenin başarısızlıkla sonuçlanması şartına bağlanması yönündedir. Gerçekten de sözleşme ekonomisinin bozulmasının borçlunun borcunu ifa etmesine engel olmadığı düşünüldüğünde değişen koşulların tarafları sözleşmenin yeniden müzakere borcu altına soktuğu yönündeki anlayış çok yerindedir. Zira bu anlayış, sözleşmeyi sona erdirme yerine ayakta tutma anlayışının bir görünümüdür, sözleşmelerin değişen koşullara uyarlanması bakımından modern anlayış da bunu desteklemektedir.
Tarafların sözleşmenin değişen koşullara göre müzakere etmelerini bir yükümlülük olarak değil, bir ödev olarak görmeliyiz. Ödeve aykırılık halinde çözüm de pratik olacak, ödeve aykırılık eden tarafın tazminat sorumluluğu olmayacak ancak uyarlama hakkını ödevi yerine getirmediği için kullanamayacaktır. Bu da, uyarlama hakkını kullanmak isteyen tarafın yeniden müzakerelere girişmeye iten yeterli bir etken olacaktır .
Neticede değişen koşullar sonucu tarafların sözleşmelerinin uyarlanmasına ilişkin haklarını kullanmadan önce bir araya gelmesi önemlidir. Gerçekten de, sözleşmenin uyarlanmasının hâkimin yetkisinde gören görüş ile uyarlamanın dava dışında kullanılabilecek yenilik doğuran bir hak olduğunu savunan görüş arasında bu noktada ortaklık vardır; bu, tarafların sözleşmelerini son bir kez gözden geçirmelerinin amaca uygunluğudur.
Müzakereler düzgün yürütüldüğü halde başarısızlıkla sonuçlanması durumunda ne olacağının da sözleşmede belirtilmesi önemlidir. Bu nokta sözleşmede düzenlenmez ise, uyarlama hakkı kullanılana kadar sözleşme hükümlerini doğurmaya devam edecektir. Başarısızlıkla sonuçlanırsa, uyarlama hakkı yine de kullanılabilecektir. Müzakereler başarı ile sonuçlanırsa müzakereler sonucu ortaya çıkan yeni hükümleri içeren sözleşmenin baştaki sözleşmeye göre yeni bir sözleşme sayılıp sayılmayacağı da akla gelen bir diğer husustur. Ancak tarafların bu konuda aksine açık bir iradesi mevcut değilse bir yenilemeden bahsetmek zordur, aynı sözleşme ilişkisi devam etmektedir. Zira yenileme ancak tarafların anlaşması ile olur, tarafların bu konuda bir iradeleri yok ise, tarafların borcu sona erdirmeden değişiklik yapmak istedikleri kabul edilir (TBK m. 133/I).
Tüm bu açıklanan hususlar Avrupa sözleşme hukukunda sözleşmenin uyarlanması konusunda kabul edilen sonuçlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk hukukunda ise ne Yargıtay ne de yasakoyucu yeniden müzakere ile ilgili bir tartışma yapmamıştır adeta bu kurumdan habersizdir. Türk hukunda doktrindeki bir takım görüşlere göre yeniden müzakerelerde bulunmak dürüstlük kuralının bir gereğidir ve TBK m. 138’de yer alan boşluk bu ödevi kapsayacak şekilde doldurulmalıdır, zira TBK m. 138’in de hukuki temelini dürüstlük kuralı oluşturmaktadır. TBK m. 138 hükmü lafzi yorumlandığında ilk bakışta yeniden müzakere ödevinin düzenlemediği savunulabilir. Ancak doktrinde yer alan görüşlere göre TBK m. 138 yeniden müzakere ödevini dışlayacak şekilde kaleme alınmamıştır. TBK m. 138 hükmünde yeniden müzakere ile ilgili bir açıklık yoksa da, bu yönde bir kanun boşluğu olduğu sonucuna varılmalıdır ve bu boşluk dürüstlük kuralının gereği olarak bu ödevin varlığının kabul edilmesi ile doldurulmalıdır. Gerçekten de yeniden müzakere ödevinin sözleşme taraflarını mahkemeye gitmeden kendi aralarında bir çözüme yönlendirecek olması çok olumlu bir özelliktir.
c. Arabuluculuk Müessesesi Bakımından Konuya Yaklaşım
9.12.2018 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan ve 7155 sayılı Abonelik Sözleşmesinden Kaynaklanan Para Alacaklarına İlişkin Takibin Başlatılması Usulü Hakkında Kanun ile 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’na (“TTK”) 5/A madde numarasıyla eklenen “Dava Şartı Olarak Arabulucu” kenar başlıklı hüküm ile ticari davalar bakımından zorunlu arabuluculuk sistemi 01.01.2019 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere uygulanmaya başlamıştır.
Bu düzenleme ile TTK’nın 4’ncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olmasının dava şartı olduğu düzenlenmektedir.
Arabuluculuk, taraf iradesini ve menfaatlerini merkeze alan bir alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemi olduğundan; toplantı yeri, tarihleri, saatleri ve sıklığının taraflarca kararlaştırılıyor olması sürece esneklik kazandırmaktadır. Ayrıca taraflar, yargılama aşamasından ziyade uzlaşmacı bir süreç içerisinde bulunduklarından ve sürecin sonunda kendilerinin onaylamadığı bir kararı yerine getirmeyeceklerinin verdiği güvenle stresten uzak ve mantık çerçevesinde yaklaşım sergilerler. Arabuluculuk sürecinin gizli işlemesi de arabuluculuğu cazip hale getiren faktörlerin başında gelmektedir. Tarafların arabuluculuk sürecinde verdikleri beyanlar tamamen gizli tutulmakta ve uzlaşma sağlanamaması halinde mahkemede aleyhlerine delil olarak kullanılamamaktadır.
Başlangıçta İş hukuku uyuşmazlıklarında dava şartı olarak getirilen arabuluculuk müessesesinin ticari davaların bir kısmına da dava şartı olarak getirilmesi ile beklediği etkiyi gösterdiği söylenebilir. Öyle ki, Tüketici Hukuku başta olmak üzere birçok alanda arabuculuğun dava şartı olarak düzenlenmesi gündemdedir.
TBK m. 138 hükmünün de bazı durumlarda arabuluculuk kapsamında olduğu söylenebilir. Nitekim aşağıda da vurgulanacağı üzere, hâkimden sözleşmenin uyarlanmasının talep edilmesi bir tespit davası olup, ticari davaların konusuna giren veya konusu bir miktar paranın ödenmesi olan menfi tespit davalarında da arabuluculuğun dava şartı olduğu Yargıtay içtihatlarında kabul edilmiştir. Hâl böyle iken konusu ticari alacak veya tazminat olan durumlarda, TBK m. 138 hükmü uyarınca sözleşmenin uyarlanması davası açılmadan evvel arabuluculuk dava şartının yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Yukarıda hukukumuzda tartışılmayan, Avrupa Borçlar Hukukunda bir çözüm yöntemi olan sözleşmenin yeniden müzakere edilmesi aslında arabuluculuk müessesesi ile mümkündür. Zira tarafların bu hususta arabulucunun belirlediği şekilde bir araya gelerek sözleşmeyi müzakere etmeleri mümkündür. Hatta bu sistemin yukarıda anlatılan ve Avrupa’da kabul gören ve bir ödev olarak kabul edilen yaklaşımdan daha makul ve tutarlı olduğu bile söylenebilir. Bunun yanı sıra kanun koyucu arabulucuya başvurmayı dava şartı olarak kabul ederek, sözleşmenin uyarlanması hususunda taraflara bir borç/yükümlülük olarak getirdiği de ortadadır. Yine arabuluculuk sonucu tarafların sözleşmeyi müzakere ederek uyarlamaları da Mahkeme ilamı niteliğinde olacağı düşünüldüğünde hem yargıyı meşgul etmeyen hem de tarafları hâkime gitmeden sözleşmeyi müzakere etme imkânı tanıyan bu uygulamanın ne denli yerinde olduğunu bir kez daha görüyoruz.
18. YENİLİK DOĞURAN BİR HAK OLARAK UYARLAMA
Yukarıda da izah edildiği üzere sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması dava dışında da kullanılabilir. Zira bu husus TMK m. 138 hükmünde yer alan boşluk doldurularak mümkündür. İşte sözleşmenin değişen koşulları sonucu mağdur olan tarafın sözleşmeyi uyarlaması hakkı dava dışında kullanılabilecek yenilik doğuran bir haktır. Meselenin hâkim önüne gitmesi durumunda hâkimin kararı açıklayıcı bir tespit kararıdır . TMK m. 138 hükmünün yenilik doğuran bir hak olduğunu savunan yazarlar konuyu yorumlarken ayrıma düşmüşlerdir. Yenilik doğuran bir hak olarak işlem temelinin çökmesinin tüm hukuksal sonuçları bakımından bir ayrıma gitmeden savunan yazarların yanında, bu görüşü sadece işlem temelinin çökmesinin sonuçlarından biri olan sözleşmeden dönme hakkı açısından savunan yazarlar da vardır.
İlk görüşteki yazarlar işlem temelinin çökmesi durumunda TBK m. 138’de düzenlenen tüm hukuksal sonuçların mağdur tarafa tanınan yenilik doğuran bir hak olduğunu kabul ederken, ikinci görüşü savunan yazarlar bu konuda bir ayrıma giderek yalnızca sözleşmeden dönme hakkının yenilik doğuran bir hak olduğunu savunmuşlardır. İkinci görüşe göre, değişen koşullar sonucu mağdur olan sözleşme tarafı, sözleşmeyi dar anlamda uyarlamak istiyor ise mevcut uyuşmazlığı mahkemeye taşımalıdır; ancak sözleşmeden dönecek ise yenilik doğuran hakkını sözleşmeden dönerek kullanacaktır. Bu ikinci görüş aslında sözleşmenin dar anlamda uyarlanmasında hâkimin müdahalesinin şart olduğunu savunmaktadır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere sözleşmelerin ayakta tutulması bakımından mağdur olan taraf için sözleşmenin dar anlamda uyarlanması bakımından taraflar hâkim önüne gitmeden de bu sorunu aşabilmelidir. Yani, yenilik doğuran bir hak görüşünün, mağdur tarafı amacı aşan bir şekilde koruması, tarafların bu hak kullanılmadan önce biraraya gelip sözleşmeyi müzakere etmesi ile engellenebilir. Her iki görüşü savunan yazarlar haklı olarak birbirleri tarafından eleştirilmiştir.
Bugün baskın görüş tarafından kabul edildiği üzere, sözleşmenin dar anlamda uyarlanması işlem temelinin çökmesinin birincil sonucudur. Hâl ve şartların sözleşmenin dar anlamda uyarlanmasının mümkün olmadığı anlaşılıyor ise, işlem temelinin çökmesi nedeniyle sözleşmeden dönülebilir. Bu bakımdan konuya yaklaşıldığında, birincil sonuç olan uyarlanma hâkimin yetkisinde kabıl edilirse ve hâkim uyarlamanın mümkün olmadığına karar verirse, sözleşmeden dönme mağdur tarafça yenilik doğuran bir hak olarak kullanılabilecektir, bunun tutarsızlığı ve usul ekonomisine aykırılığı ise izahtan varestedir.
Açıklanan bu hususlar ışığında, işlem temelinin çökmesinin tüm hukuksal sonuçlarının yenilik doğuran bir hak olarak kabul edilmesinin daha makul ve kabul edilebilir olduğunu düşünmekteyiz. TBK m.138 hükmünün her iki hukuksal sonucu da ya hâkimden talep edilecek talep hakları olarak değerlendirilecek, ya da hâkimin kararına ihtiyaç duymayan yenilik doğuran bir hak olarak kabul edilecektir. İki hakkın da yenilik doğuran bir hak olarak tanınması en tutarlı çözümdür.
19. UYARLAMA HAKKININ DAVA YOLUYLA KULLANILMASI ZORUNLU MUDUR?
Çalışmamızın belli yerlerinde de ifade ettiğimiz üzere TBK m. 138 bakımından belki de en tartışmalı konulardan birisi de, sözleşmenin uyarlanmasının mutlaka hâkimden talep edilmesinin gerekip gerekmediğidir. TBK m. 138 hükmünün lafzı uyarınca, sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması sadece hâkimden talep edilebilir . Ancak sözleşmenin uyarlanmasının mutlaka dava yoluyla kullanılmasının zorunlu olmadığını savunan yazarlar da oldukça fazladır. Bu yazarların gerekçeleri aşağıda kısaca izah edilecektir.
Türk Hukukunda TBK m. 138’in tali sonucu olan sözleşmeden dönme, baskın görüş tarafından kabul edildiği üzere bozucu yenilik doğuran bir haktır ve dava yoluyla kullanılması zorunlu değildir. TBK m.138 hükmünün sonuçlarından sözleşmeden dönme hakkı dava yoluyla kullanılması zorunlu bir hak değilse, diğer sonuçlardan uyarlama hakkı mutlaka hâkimden istenecek bir hak mıdır?. Bu soruya olumsuz yanıt veren yazarlar sözleşmeden dönme gibi ağır bir yaptırımın hâkime gitmeden, uyarlama gibi bir hafif bir yaptırımın hâkime gidilerek devreye sokulmasını tezat olarak değerlendirmişlerdir . Gerçekten de sözleşmeden dönme, sözleşmenin uyarlanmasının en ağır şeklidir.
Türk Hukuk sistemimize baktığımızda sözleşmeden dönme, sözleşmenin haklı nedenle feshi, ayıplı ifa dolayısıyla kullanılan haklar da karşı tarafa yönetilen beyanlarla kullanılarak karşımıza çıkmaktadır. Demek oluyor ki, uyarlama talebinin böyle bir beyanla karşı yana ulaşması ile sonuç doğurmasının kabulü sistemimize yabancı değildir.
Yukarıda dar anlamda sözleşmenin uyarlanmasını yenilik doğuran bir hak olarak kabul edilmesi gerektiğinin de daha tutarlı bir yaklaşım olduğunu izah etmiştik. Bu yaklaşımın aslında ne denli tutarlı bir yaklaşım olduğu ve öneme sahip olduğu bu tartışma ile daha iyi anlaşılmıştır. Zira uyarlama hakkını, bu hakkın doğumuna yol açan olgunun sözleşmenin kurulması aşamasında mevcut olmasıyla yenilik doğuran hak olarak kabul etmek, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkması durumunda basit bir talep olarak nitelendirmek ve hâkim kararına ihtiyaç duymak tutarsız bir çözüm olacaktır. Türk hukukunda Arat da, yasakoyucunun benzer durumlar için öngörülen hakların tek taraflı irade beyanı ile kullanılmasını kabul ettiğini, bu nedenle uyarlama bakımından da bunu kabul etmenin sakınca doğurmadığı görüşündedir .
Çalışmamızın bir bölümünde gabin ile sözleşmenin uyarlanması ilişkisine değinmiştik . TBK m. 28’de düzenlenen gabin halinde edimler arasındaki aşırı oransızlığın giderilmesi hakkı tanınmıştır. TBK m. 28’de hükmünde zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek edimin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki orantısızlığın giderilmesini isteyebilir. Tipik bir uyarlama hakkı olan edimler arasındaki aşırı oransızlığın giderilmesini isteme hakkı görüldüğü üzere mahkeme dışı kullanılabilen yenilik doğuran bir haktır. TBK m. 28’de yer alan uyarlama hakkı ile ilgili bu hususlar da dikkate alındığında, TBK m. 138’de yer alan dar anlamda uyarlama hakkının yenilik doğuran olarak kabul edilebileceğini daha net görmekteyiz. Yine buradan hareketle, aşırı yararlanma nedeniyle sözleşmenin uyarlanması yenilik doğuran bir hak olarak kabul ediliyorsa, TBK m. 138 kapsamında kullanılan uyarlama hakkının hâkim kararı ile kullanılmasında ısrar etmenin tutarsızlığa yol açacağı yorumunda bulunmak isabetli olacaktır. Kaldı ki TBK m.28 haricinde diğer özel kanuni uyarlama hükümlerinin de, (örneğin TBK m. 480/II gibi) yenilik doğuran bir hak olarak karşımıza çıktığını da görebiliriz.
20. UYARLAMA HAKKI SAHİBİ
Değişen koşullar sonucu mağdur taraf her zaman borçlu olmayabilir, mağdur olan taraf alacaklı da olabilir. Bu nedenle uyarlama hakkı sahibinden borçlu veya alacaklı diye söz etmek yerinde değildir. Her ne kadar TBK m. 138 hükmünde sadece borçlu ifadesine yer verilmesi yerinde olmasa da uyarlama hakkı sahibinden ‘mağdur taraf’ olarak bahsetmek daha doğru ve yerindedir. Nitekim çalışmamızda TBK m. 138 hükmünün bügünkü halinin hâla birçok olumsuzlukları barındırdığını ifade etmiştik, bu olumsuzluklardan birisi de uyarlama hakkı sahibinin yalnızca ‘borçlu’ olarak ifade edilmesidir.
Türk hukukunda da, uyarlamanın alacaklı veya borçlu tarafından talep edilebileceği kabul edilmektedir. Yargıtay’ın kiraya verenin lehine uyarlama davaları alacaklı lehine sözleşmenin uyarlanmasına verilecek başlıca örneklerdir . Yargıtay’ın verdiği bir kararda uyarlama talep eden rödevans sözleşmesindeki bedel alacaklısıdır.
Sözleşmelerde veya hukuki ilişkilerde borçlu ve alacaklının birden çok kişi olması da mümkündür. Bu halde müteselsil alacaklılık ve borçluluk durumunda, müteselsil alacaklılardan veya borçlulardan biri uyarlama hakkını tek başına kullanamaz. Diğer alacaklıların rızasını almak zorundadır; iştirak halinde bir alacak veya borç söz konusu ise uyarlama hakkı alacaklıların veya borçluların tümü tarafından birlikte kullanılır.
Son olarak sözleşmenin kurulmasından sonra sözleşme taraflarında değişiklik meydana gelebilir. Bu durum genelde borcun nakli veya alacağın temliki ile olmaktadır. Sözleşmenin taraflarında değişiklik meydana gelmişse uyarlama hakkı da sözleşmeyi devralan tarafa geçecektir. Bu durum da aynı zamanda sözleşmenin uyarlanmasının yenilik doğuran bir hak olmasının özelliğidir. Fakat sözleşme taraflarında değişiklik meydana gelmiş ise uyarlama sebebi olan durumun taraf değişikliği nedeniyle ortadan kalkmamış olmasına dikkat edilmesi gerekmektedir.
21. UYARLAMA HAKKININ SONA ERMESİ – HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE
Öncelikle uyarlama hakkının kullanılması ile uyarlama hakkı sona ermektedir. Uyarlama hakkının kullanılmasıyla artık bu hak sonuçlarını doğurur ve ortadan kalkar. Uyarlama hakkı için hak düşürücü süreye gelince; uyarlama hakkı için taraflar sözleşmelerinde bir hak düşürücü süre öngörmemişler ise bir hak düşürücü süre de yoktur. TBK m. 138’de uyarlamanın talep edilebileceği bir üst süre açıkça yer almasa da öğretide uyarlama hakkının süresiz ileri sürülemeyeceği kabul edilmektedir . Öğretide, uyarlama hakkının dürüstlük kuralı uyarınca uzunca bir süre boyunca kullanılmamasının bu haktan feragat anlamına gelebileceği, uyarlama davasının öngörülemeyen durumun ortaya çıkmasından uzun süre sonra açılmasının ifanın beklenemez olmadığını da gösterebileceği vurgulanmıştır. Bir başka görüşe göre de, sözleşmenin uyarlanmasına yönelik talep, olağanüstü ve öngörülemez değişikliğin öğrenilmesinden itibaren olağan zamanaşımı süresi olan 10 yıllık sürenin sonunda zamanaşımına uğrar .
Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin istikrar kazanmış uygulaması uyarınca da, uyarlama davalarının, uzun zaman geçtikten sonra açılması sözleşmenin benimsenmesi anlamına gelmektedir. Kararlarda, davanın sözleşmenin üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra açıldığı, bu sebeple sözleşmenin benimsendiği vurgulanmıştır .
Mağdur taraf uyarlama hakkı doğduktan sonra bu hakkından feragat de edebilir. Sözleşmenin uyarlanması için tüm gerekli şartlar bulunsa bile, mağdur tarafın uyarlama hakkını kullanmaması mümkündür. Sözleşmenin uyarlanması için değişen koşullar henüz oluşmadan uyarlamadan feragat edilmesine ilişkin hüküm ise sözleşmeye konulacak olumsuz uyarlama hükmüdür. Bu hususa ilişkin açıklamalarımızı yukarıda yaptığımız için tekrar değerlendirilmeyecektir .
Son olarak uyarlama hakkı sahibinin ölümü ile uyarlama hakkı kural olarak mirasçılara intikal edeceğinden son bulmamaktadır. Fakat işlem temeli uyarlama hakkı sahibine özgü ise, uyarlama hakkı mirasçılara geçmeyecektir. Zira bu gibi durumlarda çoğu kez zaten ortada borcun ifasının da talep edilebileceği bir mirasçı da olmamaktadır.
22. TBK M. 138’İN DİĞER SONUCU: SÖZLEŞMENİN SONA ERDİRİLMESİ
TBK m. 138 uyarınca uyarlama hakkınının kullanılmasının, dar anlamda uyarlanma dışındaki diğer sonucu, sözleşmenin sona erdirilmesidir. Bununla birlikte, sözleşmenin sona erdirilebilmesi için dar anlamda uyarlama amacının mümkün olmaması gerekmektedir. Sözleşmenin sona erdirilmesi, sözleşmeden dönme veya sözleşmenin feshi suretiyle gerçekleşir.
TBK m. 138 uyarınca sözleşmenin uyarlanması için TBK m. 138 gereklerinin oluşmasının yanı sıra dar anlamda uyarlamanın başarısızlıkla sonuçlanması, mümkün olmaması gerekmektedir. Bu şartlar oluşmuşsa TBK m.138 uyarınca sözleşme sona erdirilebilecektir.
a. Sözleşmeden Dönme
Sözleşmenin sona erdirilmesi hallerinden biri olan sözleşmeden dönme kuşkusuz sözleşmenin uyarlanmasının en ağır şeklidir. Bu nedenle sözleşmeden dönme, işlem temelinin çöktüğü durumlarda son çare olarak kabul edilmelidir.
TBK m. 138 sonucu sözleşmeden dönülmesi hâlinde, bu dönmenin hüküm ve sonuçları üzerinde durmakta fayda vardır. Sözleşmeden dönülmesi ile henüz ifa edilmemiş asli ve yan edim yükümlülükleri sona erer . Daha önce yerine getirilmiş edimlerin iadesi noktasında ise, günümüzde geçerlilik kazanan yeni dönme anlayışına göre, doğrudan doğruya sözleşme kökenli iade istemiyle geri istenir . Sözleşmeden dönme konusunda klasik teoriyi kabul eden anlayış ise iade istemlerini haksız zenginleşme hükümlerine dayandırmaktadır.
b. Sözleşmenin Feshi
TBK m. 138 hükmüne göre sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır. Sözleşmeden dönme geçmişe etkili iken, sözleşmenin feshi ileriye etkilidir. Sürekli fesih ilişkisinin feshi halinde, fesih anına kadarki döneme ilişkin borçlar bundan etkilenmeyecek, borç ilişkisi bundan sonra ortadan kalkacaktır; karşılıklı iade talepleri ancak fesih sonrası dönemde bir edim yerine getirilmişse ortaya çıkacaktır .
Sürekli edimli sözleşmeler, işlem temelinin çökmesinin en yaygın uygulama alanı bulduğu ilişkilerdir. Bu sebeple sözleşmenin uyarlanmasında genelde sözleşmenin feshi gündeme gelmektedir. Ancak sözleşmenin sona erdirilmesinin son çare olduğu da unutulmamalıdır.
23. SÖZLEŞMENİN UYARLANMASI DAVASI
TBK m. 138’in şartları oluştuğunda, uyarlama hakkı sahibi sözleşme tarafı, yenilik doğuran hakkını kullanarak sözleşmenin uyarlanmasını, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeyi son çare olarak sözleşmeyi sona erdirme hakkına sahip idi. Öğretide var olan bazı görüşler ve çalışmamız boyunca vurguladığımız husus, tarafların bu haklarını dava dışında da kullanarak sözleşmeyi değişen koşullara uyarlayabilmesidir. Mahkeme dışında kullanılan diğer yenilik doğuran haklarda olduğu gibi uyarlama talebi de karşı tarafın itirazı ile karşılaşabilir. Bu itiraz sonucu uyuşmazlık çoğu zaman mahkeme önüne taşınmaktadır.
Uyarlamada, mağdur taraf doğrudan doğruya dava açmışsa, davacının uyarlama beyanını içeren dava dilekçesinin karşı tarafa tebliği ile yeni bir hukuki durum meydana gelir. Hâkimin vereceği hükmün bu durumda sadece bir tespit hükmü niteliğinde olduğunu savunan yazarlar olduğu gibi, sözleşmenin uyarlanmasının mahkemeden talep edilmesi halinde, mahkemenin bu kararının inşai nitelikte olacağı görüşünde olan yazarlar da vardır . Yine uyarlama hakkının davada kullanılması, bu hakkın niteliğini değiştirmemektedir. Uyarlama hakkı davada kullanılsa dahi yenilik doğuran bir hak olma özelliğini koruyacaktır.
Uyarlama hakkı henüz kullanılmasa dâhi edimin alacaklısının ifa davası açması ve uyarlama hakkı sahibinin mahkemede buna karşılık işlem temelinin çöktüğünü savunma olarak ileri sürmesi mümkündür. Bu hâlde, edimin borçlusu savunma olarak işlem temelinin çöktüğünü, TBK m.138’in şartlarının oluştuğunu, bu nedenle edimi ifa etmediğini ileri sürecektir. Borçlunun bu savunması öğretide tartışılmıştır. Arat, borçlunun uyarlamaya ilişkin bu savunmasını bir defî olarak nitelendirirken; Dural, bu durumda dürüstlük kuralı esas alınacağı için, buna rağmen bir defî hakkı tanımanın dürüstlük kuralının bir itiraz olması karşısında isabetsiz olacağı görüşündedir. Gerçekten de uyarlama hakkı yenilik doğuran bir hak olduğu için ve yenilik doğuran haklar ancak kullanıldıkları takdirde arzu edilen hukuki sonuçları doğurduğu için, yenilik doğuran hakkın varlığını defî olarak ileri sürüp ifadan kaçınmak mümkün değildir . Bu nedenle, uyarlama hakkı sahibi uyarlama hakkının varlığına sadece bir defî olarak dayanmakla kalmamalı, bu yenilik doğuran hakkını karşı tarafa yöneltebilecek bir beyanla kullanmalıdır. Uyarlama hakkı kullanılmamışsa, uyuşmazlık bir şekilde hâkimin önüne gelse bile hâkim resen işlem temelinin çöktüğüne karar veremez.
Özetle, uyarlama hakkı yenilik doğuran bir hak olduğu için kullanılmakla sonuç doğuracaktır. Bu nedenle de uyarlama hakkının mahkemeye taşınması durumunda mahkemenin hükmü bir tespit hükmü olmalıdır. Uyarlama hakkının muhatabı, işlem temelinin çökmüş olmadığı iddiası ile mahkemeye başvurur ise ‘menfi tespit davası’ açarak, şartların oluşmadığını ispat ederek uyarlama beyanının geçersizliğini ileri sürebilir. Hâkim bu aşamada TBK m. 138 gereklerinin oluşup oluşmadığını tespit edecektir.
a. Uyarlama Davasının Terditli Açılması
Terditli davada bilindiği üzere, davacı davalıya karşı birden fazla talebini kademelendirir; birincinin reddedilmesi hâlinde diğer talebine hükmedilebilir. İşlem temelinin çökmesi durumunda mağdur tarafın, sözleşmenin dar anlamda uyarlanması veya sözleşmeden dönme haklarını terditli dava şeklinde kullanıp kullanamayacağı öğretide tartışılmıştır. Öğretide, sözleşmenin dar anlamda uyarlanması ile sözleşmeden dönme taleplerinin aynı dava dilekçesinde terditli olarak talep edilmesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. Gerçekten de her iki talebin terditli açılması, sözleşmenin uyarlanmasının mümkün olmadığı hâlde sözleşmeden dönme hakkı veren TBK m. 138 hükmünün ruhuna da uygundur.
Neticede dava terditli olarak, edimin dar anlamda uyarlanmasının mümkün olduğunun tespiti, sözleşmeye dar anlamda uyarlamaya rağmen devam edilemeyeceği görülüyor ve uyarlama hakkının bu yönde doğamayacağı anlaşılıyor ise de sözleşmeden dönüldüğünün veya feshedildiğinin tespitini terditli olarak istenmesi mümkündür.
24. UYARLAMA DAVASI SONUCU HÂKİMİN KARARI
TBK m. 138’in sonucu olarak taraflar anlaşamamış olabilir ve uyuşmazlığı mahkemeye taşımış olabilirler. Bu durumda açılacak davada hâkim üç şekilde karar verebilir:
• TBK m. 138’in şartları oluşmamıştır veya gerçekleşmemiştir, dolayısıyla sözleşmeden dönme yenilik doğuran hakkı doğmamıştır.
• Sözleşmeden dönmenin tüm şartları gerçekleşmiştir dolayısıyla yenilik doğuran hak yerinde kullanılmıştır, bu durumda hâkimin hükmü tespit hükmü mahiyetindedir.
• Hâkim, işlem temelinin çökmesinin şartlarının gerçekleşmiş olduğuna karar vermekle beraber, ilk sonuç olan dar anlamda uyarlamanın mümkün olduğuna, bu nedenle de sözleşmeden dönmenin yerinde olmadığına hükmedebilir. TBK m. 138 uyarınca ilk olarak sözleşmenin ayakta tutulması gerektiği bu aşamada unutulmamalıdır.
Hâkimin sözleşmeyi uyarlayabilmesi için sözleşme taraflarının prensipte sözleşmeye devam hususunda istekli olmaları gerekir. Tarafların sözleşmenin uyarlanması yerine sona erdirilmesini tercih ettiği anlaşılıyorsa hâkim tarafların bu iradesine aykırı davranamaz. Hâkim durumun özelliklerinden bunu anlayabilir.
KAYNAKÇA
Arat, Ayşe : Sözleşmenin Değişen Şartlara Uyarlanması, Seçkin, Ankara, 2006.
Atamer, Yeşim M : “Revize Edilmiş Türk Borçlar Kanunu Tasarısı’na İlişkin Değerlendirme ve
Teklifler”, HPD Mayıs 2006, sy.6, s.8-37.
Baysal, Başak : “6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 480. Maddesinin değerlendirilmesi”, Prof. Dr. İl Han Özay’a Armağan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 69, Say 1-2, 2011.
Baysal Başak : Sözleşmenin Uyarlanması, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2019.
Baysal Başak : Sözleşmenin Uyarlanması, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2009.
Baysal Başak : Zarar Görenin Kusuru, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Bischoff, Jacques : Vertragrisiko und clausula rebus sic stantibus, Schulthess Verlag, Zürich, 1983
Burcuoğlu, Halûk : Son Mahkeme Kararları ve Yargıtay Kararları Işığında Hukukta Beklenmeyen Hal ve Uyarlama – Taşınmaz Kirası Sözleşmelerinde ve Dövize Endeksli Kredi Sözleşmelerinde Uyarlama Uygulaması, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1995.
Buz, Vedat : Borçlunun Temerrüdünde Sözleşmeden Dönme, Yetkin Yayınları, Ankara, 1998.
Buz Vedat : Medeni Hukukta Yenilik Doğuran Haklar, Yetkin Yayınları, Ankara, 2005.
Dural, Mustafa : Borçlunun Sorumlu Olmadığı Sonraki İmkânsızlık, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1976.
Dural Mustafa/ Sarı, Suat : Türk Özel Hukuku – Temel Kavramlar ve Medeni Kanunun Başlangıç Hükümleri, C.I, 13.b., Filiz Kitabevi, İstanbul, 2018.
Eren, Fikret : Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 18. b., Ankara, Yetkin, 2015.
Feyzioğlu, Turhan : İdare Hukukunda Emprevizyon Nazariyesi, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1947.
Gürsoy, Kemal Tahir: Hususî Hukukda Clasuala Rebus Sic Stantibus Emprevizyon Nazariyesi, Güney Matbaacılık ve Gazetecelik, Ankara, 1950.
İnceoğlu, Murat : Kira Hukuku (Cilt 1-2), On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2014.
Kaplan, İbrahim : Hakimin Sözleşmeye Müdahalesi, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
Kocayusufpaşaoğlu, Necip : “İşlem temelinin çökmüş sayılabilmesi için sosyal felaket olarak nitelenebilecek olağanüstü bir olayın gerçekleşmesi şart mıdır?” Prof. Dr. M. Kemal Oğuzman’ın Anısına Armağan, Beta, İstanbul, 2000.
Oğuzman, Kemal/ Öz, Turgut: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C. 2., Vedat Kitapçılık,
İstanbul, 2018.
Sanlı, Kerem Cem : Hukuk ve Ekonomi Perspektifinden Sözleşme Hukuku ve Sözleşme Yaptırımlarının Ekonomik Analizi, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2015.
Sanlı, Kerem Cem : Haksız Fiil Hukukunun Ekonomik Analizi: Hukuk ve Ekonomi Öğretisi, İstanbul, 2007.
Serozan, Rona : Sözleşmeden Dönme, 2. Bası, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2007.
Tandoğan, Halûk : Borçlar Hukuku Özel İlişkileri, C.II, 4. Tıpkı Basım, Evrim Basım Yayım, Ankara, 1989.
Topuz, Seçkin : Türk, İsviçre ve Alman Borçlar Hukukunda Denge Bozulması ve İfa Güçlüğü Durumlarında Sözleşmeye Müdahale, Yetkin, Ankara, 2009.
Tunçomağ, Kenan : Türk Hukukunda Cezai Şart, İÜHF Yayınları, İstanbul, 1963.
Yavuz, Cevdet/ Acar, Faruk/ Özen, Burak : Türk Borçlar Hukuku Özel Hükümler, 9. b., Beta,
İstanbul, 2014.